Hugh Laurie gelmiş geçmiş en tuhaf rolüne bürünüyor ve New Orleanslı bir blues sanatçısı olarak karşımıza çıkıyor. Dünyanın en çok kazanan TV aktörü bir albüm çıkardı ve GQ Dergisi’ne Dr. House’un neden Dr. John’la birlikte müzik yaptığını anlattı.
New Orleans ritmi birdenbire değişen bir şehir. Burada müzik her yerde. Öyle ki, sokaklarda dolaşırken kendinizi dev bir iPod’un içindeymiş gibi hissediyorsunuz. New Orleans’ta müzik tıpkı yemek gibi; mambo, 12 ölçülük rumba, boogie woogie, kajun blues, zydeco, Küba habanerasından oluşan tarz sahibi bir Kreol karışımı. Burada müzik karışarak hareket ediyor. Mississippi’den esen rüzgarın içindeki tohumlar gibi sokaklara dağılıyor. Aynı zamanda burada, müzik eşliği olmadan yemek yemek de imkansız; bir bamyalı yahni ısmarlayın da kontrbasların nasıl bağırdığını görün.
New Orleans aynı zamanda Hugh Laurie’nin yakın zaman önce ilk gerçek müzik projesinin fitilini ateşlemek için seçtiği yer. Laurie geçen yıl Warner Bross’la bir anlaşma imzaladı. Tutkudan da öte hisler beslediği New Orleans müziğine adanan ‘Let Them Talk’ onun ilk albümü. Laurie çocukken Willie Dixon’ın ‘I Can’t Quit You Baby’ şarkısını duyduğundan beri bir blues hayranı. “John Lennon’ın suikaste kurban gittiğini öğrendiğimde nerede olduğumu hatırlamıyorum” diyor, “Ama Muddy Waters öldüğünde nerede olduğumu hatırlıyorum. Araba kullanıyordum ve çok bencilce bir tepki vererek, ‘Şimdi onu hiç canlı izleyemeyeceğim’ demiştim.”
“Arkamdan gülmelerinden korkmuyorum”
Laurie, New Orleans’ın mimari açıdan en anlamlı binalarından biri olan Latrobe’s Louisiana Eyalet Bankası’nda albümünden şarkılar çaldı. Bu bina, daha çok mimari harikaların yer aldığı French Quarter’ın en ünlü mekanlarından biri. Ve şimdi Mississippi’den üç blok ötedeki butik otel Soniat House’un güneşle yıkanan bahçesinde Laurie zarif bir şekilde sıska, kirli sakallı, etrafa erkeksi bir cazibe yayan haliyle blues müziğine olan hayranlığını ve giderek hızlanıyormuş gibi görünen ilişkisini anlatıyor.
“Tüm bu projenin ana unsuru, benim müziğe olan hakiki aşkım. Birilerinin özellikle de beraber çalıştığım müzisyenlerin benim bir potpuri yaptığımı düşünmesinden elbette korkuyordum. Ama galiba çok çabuk bir şekilde durumun böyle olmadığını anladılar. Eğer dürüstseniz başınıza kötü bir şey gelmez başınıza gelebilecek en kötü şey insanların bu müziğin korkunç olduğunu söylemesi, albümü satın almaması ve arkanızdan gülmesi olur. Bunun olmasından korkuyor falan değilim. Gene de bu işi yaparak faturalarımı ödeyebilmeyi isterim.”
Güney müziğine dalan İngiliz
'Let Them Talk’ albümünü geçen eylülde Los Angeles’ta kaydetti. Şarkı söylediği, gitar ve piyano çaldığı albümde ona en iyi müzisyenler eşlik etti. Laurie’nin GQ dergisine yolladığı mektup her şeyi daha iyi anlatıyor: “1890’larda Alabama’da doğmadım” diye yazmıştı Laurie. “Bunu siz de biliyor olmalısınız. Hiç yük vagonlarında dolaşmadım, bir Çingene kadını doğduğum gün anneme bir şeyler söylemedi ve bildiğim kadarıyla cehennem zebanileri beni kovalamadı. Ama izin verin bu albüm benim beyaz, orta sınıfa mensup, Amerika’nın Güney’indeki müziğe ve mitlere uluorta dalan bir İngiliz olduğumu göstersin. Bir İngiliz muhallebi çocuğunun başka bir şehirdeki, başka bir kıtadaki, başka bir yüzyıldaki kölelikten ve baskıdan doğan müzikten neden etkilendiği sorusuna benden önce cevap vermesi gereken binlerce insan var. Bazen bu tür şeylerin olduğunu söyleyip geçelim isterseniz. En kötüsü ben, sanat, müzik ve kariyer yolundaki en önemli kuralı bozdum: Oyuncuların oyunculuk yapması, müzisyenlerin müzik yapması gerekir. Bu iş böyle yürür. Dişçiden balık almazsınız, peki neden bir aktörün müziğini dinleyesiniz? Buna verecek cevabım yok. Eğer bir şeyin menşeiyle ve genleriyle ilgileniyorsanız, size başınızı başka tarafa çevirmenizi öneririm, çünkü aradığınız şey bende değil.”
New Orleans onun Kudüs’ü
New Orleans’a hac yolculuğunu ilk kez geçen sene yapmış. Söylediğine göre burası onun Kudüs’ü, onun Valhalla’sı. Laurie, “İlk izlenimim kokuydu. Doğru kokuyordu. Çok hafif bir çürümenin hissedildiği, tatlı bir kokuydu. Dönüşen güzel bir bitki örtüsünün ıslak kokusuydu. Ardından ses ve müzik geldi. Akıllara durgunluk veren bir ses ve müzik hem de” diyor.
“NAZLI ÇOCUK DEĞiLiM”
Albümün satış beklentileri çok yüksek. Bunun nedeni sadece Laurie’nin büyük bir yıldız olması değil, House’un dünyaca tanınıyor olması ve onun 70’den fazla ülkeden büyük bir yıldız olması da.
“Nazlı çocuk olmak istemiyorum, ama kimsenin kafasına silah dayamış değilim” diyor güneşten dolayı gözlerini kısarak. “Sadece diyorum ki, ‘Evet, bunu ben yaptım ve bununla gurur duyuyorum.’ Bu benim sevdiğim müzik ve insanların son günlerde duyduğu türde bir şey olması da gerekmez. Geçen gün stüdyoda kayıt yapıyorduk ve şarkıların hayvanlar gibi odanın içinde dolaştığını duyumsadım. Bilirsiniz işte, sanki şarkı gitti ve davulcunun yüzünü yaladı. Çaldığımız şarkıların hepsi 100 yaşına merdiven dayadılar, ama ben onların odanın içinde yaşadıklarını hissedebiliyorum. Onları hayata benim getirdiğimi falan söylemiyorum. Ama birilerinin onları dinlemesini ve daha önce duymadıkları şeyler duymalarını gönülden arzu ediyorum. Eğer insanlar bunu House için alıyorlarsa, başarılı olacağı gün gibi ortada. Ama eğer insanları Lead Belly, Allen Toussaint ve Willie Dixon’ı yeniden keşfetmeye yönlendirebilirsem, işte o zaman buna başarı derim. İşte o zaman buna değmiştir.”
ABD TELEViZYONUNUN EN FAZLA KAZANAN AKTÖRÜ
51 yaşındaki Laurie, Dr. Gregory House rolü için haftada 225 bin pound kazanıyor ve bu bakımdan Amerikan televizyonunun en fazla kazanan aktörü. Amerikan aksanıyla konuşmayı öğrendikten sonra, şimdi de Amerikan aksanıyla şarkı söylemeye başladı. Çünkü Laurie, hiçbir zaman David Bowie almamış, ‘Who’ albümü almamış, punk’ın eli eline değmemiş bir İngiliz. “Bir iki tane Stones albümü almış olabilirim, o da sadece bir şeyleri takip etmem gerektiğini düşündüğüm için” diyor. “İlk defa blues dinlediğimde tam olarak ne olduğunu anlayamamıştım, ama bana hissettirdiği bir şeyler vardı. Galiba benim gibi Presbiteryen bir aileden gelen herkes çilenin ve mahrumiyetin bir değeri olduğunu bilir. Bunda bir asalet vardır. Blues’a olan yönelimimin kökeninde, bu konuda hiç deneyimim olmamasına rağmen çile ve mahrumiyet duyguları etkili olmuş olabilir.”
GQ Dergisi'nden çeviren: Delal Aydın