Türkiye sinemasında son dönemdeki önemli tartışmalardan birisi ‘kadın hikayeleri’nin azlığına dair. ‘Pandora’nın Kutusu’, ‘Gitmek’ vb. kadın karakterlerin ağırlıklı yer aldığı filmleri bir yana koyarsak, ‘dört başı mamur’ bir ‘kadın’ hikayesini izlemek için beklemeye devam edecekmişiz gibi görünüyor. İşin ilginç yanı, kadın yönetmenlerimizin birçoğu da ‘erkek’ hikayeleri anlatmayı tercih ediyor.
Her yıl vizyona giren onca film ve festivallerde hakkıyla çekilmiş bir kadın hikayesi, filmin ‘esas’ kahramanı olan bir kadın karakter bulmak zor. Biz bunları tartışıp dururken, garip bir biçimde bu yılın Oscar adayı filmleri ‘kadınların’ öne çıktığı, kadın oyuncu adaylarının performanslarının tartışıldığı yapımlar olarak dikkat çekti.
Gösterimi süren ‘Siyah Kuğu’, ‘Gerçeğin Parçaları’, ‘İz Peşinde’ ve bu hafta sonu vizyona girecek olan ‘İki Kadın Bir Erkek’te filmlerin ‘esas’ karakterlerinin kadın olması önemli bir istatistik. Ayrıca, ‘Dövüşçü’ ve ‘Zoraki Kral’daki kadın tiplemeleri de dikkat çekiciydi.
Bu anılan filmlerdeki kadın oyuncuların hemen hepsi de kendi kategorilerinde Oscar’a aday gösterildiler. Ancak, eğer bu filmler Hollywood’un halet-i ruhiyesi hakkında bir fikir verecekse, kadın yorumlarının fazlasıyla erkeksi olduğunu söyleyebiliriz.
Hayat zor, hayatta kalmak daha zor
Filmlere göz atalım. ‘Gerçeğin Parçaları’ndaki performansıyla Natalie Portman’ın en büyük rakibi olarak gösterilen Jennifer Lawrence’ın hayat verdiği Ree, ailesinin sorumluluğunu erken almak zorunda kaldığı için hızlı bir biçimde büyümek zorunda kalıyor. Babası’nın yokluğunda ‘evin reisi’ olma görevini üstlenen genç kadın, Amerikan taşrasının zorlu koşullarında, ‘erkek dünyası’nın kurallarına göre oynamak zorunda bırakılıyor. Filmde Ree’nin bu tercihinin kişisel değil, coğrafyanın kendisine özgü olduğını Dale Dickey’in canlandırdığı Merab karakterinin ‘sertliği’nden de anlayabiliyoruz.
‘İz Peşinde’ ise seyircisini ABD’nin iç savaş sonrası yıllarına götürse de benzer bir hikaye ile çıktı karşımıza. Yine babasını kaybetmiş, ailesinin sorumluluğunu erken yaşta almak zorunda kalmış bir kadın, erkek dünyasına adım atıyor. Üstelik bütün mitolojisi ‘erkek’ diliyle kurulmuş western dünyasındaki bu yolculukta Mattie Ross’un (Hailee Steinfeld) türe özgü ‘erkek dostluğu’nun bir parçası oluşuna tanıklık ettik.
‘İki Kadın Bir Erkek’in lezbiyen ebeveynlerinden Nic (Annette Bening) ise tipik orta sınıf Amerikan ailesinin reisi görevine soyunmaya fazlasıyla hevesli. Nic’in çocukları üzerinde kurduğu tahakkümden, eşi ile ilişkisine kadar birçok unsur, daha önce defalarca gördüğümüz ‘orta sınıf Amerikan ailesi’nin ‘baba’ figürünün davranışlarıyla büyük oranda örtüşüyor.
Bu listeye ‘Dövüşcü’deki performanslarıyla yardımcı kadın Oscar’ına aday olan Amy Adams ve Melissa Leo (Oscar’ı kazandı) da eklenebilir rahatlıkla. Leo’nun oynadığı Alice karakteri, ikinci kocasını sindirip ‘aile reisi’ olması nedeniyle filmin geçtiği alt sınıfların dünyasında ister istemez ‘erkek’ gibi davranmak zorunda kalıyor.
Erkek dünyasında erkek kuralları geçerli
İşin ilginç tarafı yukarıda anılan filmler ve karakterlerin hepsinin ortak noktası ise geleneksel anlamda bir baba figürünün ortada olmaması. ‘Gerçeğin Parçaları’nda baba kayıp, ‘İz Peşinde’de ölü, ‘İki Kadın Bir Erkek’te ise aile ebeveynleri lezbiyen bir çift. ‘Dövüşçü’deki baba ise kendisinden daha ‘erkek’ olan karısı nedeniyle ortada fazla görünmüyor. Konu ‘baba’ figüründen açılmışken, filmin içinde ağırlıklı bir yer edinmese de ‘Siyah Kuğu’da da filmin kahramanı Nina’nın babası yok. ‘Gerçeğin Parçaları’, ‘İz Peşinde’ ve ‘İki Kadın Bir Erkek’te ‘geleneksel’ baba figürünün yokluğu, kadın karakterlerin bu role soyunmasını zorunlu kılıyor ve ‘erkek’ dünyasının rollerine bürünmek zorunda kalan kadınlarla karşılaşıyoruz. Üstelik, Amerika göz önüne alındığında western, taşra ve aile gibi ‘erkek’ gözüyle düzenlenmiş alanlarda geçen hikayelerdeki kadın karakterlerin kendilerini var etme biçimi de fazlasıyla ‘erkeksi.’
Oscar filmlerine baktığımızda kadın karakterlerin baskınlığı ilk bakışta hoş görünüyor. Fakat, bu karakterlerin ‘erkek dünyası’nda kendilerini ‘erkeklerin’ kurallarıyla var etme çabaları, onları ‘daha sert’ ve giderek daha ‘erkeksi’ karakterler haline getiriyor. Bir anlamda kadın hikayesi ancak eril dünyanın içinde var olup, kendisini reddettiği ölçüde öne çıkabiliyor. Bu performansların taltif edilmesi de durumu normalleştiriyor.