Avrupa’daki onca sınır bölgesi arasında Alsace’ın her iki tarafa da benzemesi ve bir anlamda paylaşılamamasının temelinde geçmişte yaşananlar var aslında. Mesela 1870'de doğup, 1945'te ölen bir kişi tam beş kez milliyet değiştirmiş oluyor. Zira 2. Dünya Savaşı bitip de Almanya ve Fransa arasında nihai barış kurulana kadar bölge, Almanya ile Fransa arasında sürekli gidip gelmiş. Hatta barışı tescillemek ve bir daha savaşmamak için Ortak Pazar yani Avrupa Birliği projesi yaşama geçirilmiş. 1870'de Fransız olan Alsace, kuzeyindeki son derece zengin kömür yataklarına sahip Lorraine bölgesi ile birlikte 1871'de Alman olmuş. Bu durum 1. Dünya Savaşı öncesine dek sürmüş. 1. Dünya Savaşı’nda malum Almanya yenilince bölge yine Fransız olmuş. Alman inadı pes etmemiş; böyle güzel memleketi kolay bırakır mı Almanlar? 2. Dünya Savaşı başlar başlamaz, Alsace bir kez daha Alman olmuş. 1944 yılında Amerikalılar'ın yardımıyla Fransızlar Alsace’ı son olarak topraklarına katmış. Etti mi size 5?
Fransa’nın en küçük bölgesi olan Alsace'da 2 milyon kişi yaşıyor. Bölgenin en büyük kenti Strasbourg. Kentin adı Almanca "Strasse" Latince kökeniyle "strada" yani Türkçede "yol" anlamına geliyor. "Bourg" ise kent anlamında. "Bourg" sözcüğü aynı zamanda "bourgeoisie" yani kentli anlamına gelen burjuvazi kelimesinin de kökeni. Hatta Avrupa’da aynı "bourg" gibi pek çok kent adının sonuna gelen "berg" sözcüğü de yine buna yakın. "Berg" de malumunuz dağ anlamına geliyor. "Berg" ve "bourg"un aynı kökenden olması da kentlerin, korunma amacıyla ilk olarak tepelerde kurulmasından kaynaklanıyor. Hatta bizdeki Bergama da isim olarak bunun bir yansıması.
Alsace’a dönersek, Strasbourg dolayısıyla yolların buluştuğu kent anlamına geliyor ve Avrupa başkenti olmayı yalnızca adından bile hak ediyor. 2. Dünya Savaşı sonunda iki kent Avrupa’nın geleceğindeki başkent olarak belirleniyor. Bunlardan ekonomik olarak Belçika’da Brüksel, siyasi olarak da Strasbourg başkent oluyor. Halen de durum bu şekilde sürüyor, Strasbourg Avrupa Konseyi, parlamentosu ve de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin varlığıyla Avrupa'nın en önemli kenti oluyor.
Uğruna en çok savaşılan kentten bir barış sembolü oluşturuluyor böylece. Strasbourg’da olağanüstü güzellikte bir eski kent merkezi ve bunun tam ortasında bir katedral bulunuyor. Strasbourg Katedrali 1000’li yıllarda inşa edilmeye başlanmış ancak tamamlanması 1300’leri bulmuş. Avrupa’daki pek çok büyük yapı gibi inşası yüzlerce yıl sürmüş. Öyle bizdeki gibi 3-5 yılda inşaat yapma yok Avrupa’da. Bunun nedeni aslında Avrupa’nın tarihsel süreçte bizdekinin aksine güçlü bir merkezi devlete, dolayısıyla güçlü bir hazineye sahip olmaması. "Keşke bizde de tarihte büyük yapıların inşasını 7 yılda bitirebilecek, güçlü ve mutlak yönetimler olmasaydı" diyorum bazen. Acaba günümüzdeki durumumuz farklı olur muydu? İstikrar olmasaydı yani, daha mı iyi olurdu acaba?
Starsbourg, Ren Nehri’nin yaklaşık 200 km uzunluğundaki kollarından biri olan Ill Irmağı üzerinde bulunuyor ve bu ırmak, üzerinde daha sonradan insan eliyle açılan kanallar sayesinde de kentin her tarafından girip çıkıyor adeta. Kentin yaşam kalitesi de oldukça yüksek. Pek öyle diğer Fransa kentlerine benzemiyor Strasbourg. Gelişmişlik düzeyiyle daha çok bir Alman kentini andırıyor. Kent ayrıca bisikletliler için de tam bir cennet, zira bisiklet yollarının uzunluğu 460 kilometreyi buluyor. Bu durumda kent içinde araba kullanmak gereksiz oluyor. Bu da henüz bizim zihnimizin yakınından bile geçmeyen, ancak taşımada ve enerjide petrol dönemini çoktan geride bırakmış Avrupa’nın havası temiz kentler oluşturma hareketinde çok işe yarıyor. Biz de hala enerji koridoru oluyoruz diye petrole boğulmanın iyi bir şey olduğunu düşünelim. Eski bir söylemi düşünmeden edemiyorum bu arada. Elinoğlu kendi işine yarayan şeyi bize bırakır mı hiç?
Strasbourg Alsace’ın hemen hemen kuzey sınırı oluyor. Yani Alsace bölgesi kuzeyde buradan başlıyor, güneye doğru Ren Irmağı'na paralel biçimde gidip, doğuda Almanya’nın Karaorman Dağları, batıda ise bölgenin iklimi üzerinde olağanüstü etkisi olan Vosges Dağları (Voj okunur) ile sınırlanıyor. Haritaya bakıldığında uzun ve ince bir bölge görünümü veren Alsace kuzeyden güneye yaklaşık 200, doğu batı doğrultusunda ise 50-60 kilometrelik dümdüz bir ova şeklinde bizi bekliyor. Ova boyunca son derece verimli topraklar, mısır, şeker pancarı tarlaları ve çok çeşitli üzüm bağları bulunuyor. Üzüm bağları özellikle bölgedeki dağların batı yamaçlarında yer alıyor. Böylece bu kadar kuzeyde bulunan bir bölgede, üzümlerin öğleden sonra güneşin sıcaklığından faydalanarak daha kolay olgunlaşması sağlanıyor. Alsace bölgesi 47 derece kuzey enleminde yer alıyor. Ülkemizin en kuzeyinin 42 derecede yer aldığı düşünülürse, Ukrayna’nın Kiev’ı gibi bir yer oluyor. Tabii iklim orada son derece farklı yani daha ılıman oluyor. Üzümlerin çoğu şaraplık olarak ayrılıyor ve şaraba yönelik üzüm tarımı bölgenin en önemli, katma değeri de en yüksek faaliyeti oluyor. Riesling, Gewürtztarminer, Pinot Gris, Pinot Blanc ve bizdeki Bornova Misketi’nin yakın akrabası olan Muscat d’Alsace yani Alsace Muscat’ı adı verilen beyaz üzüm çeşitleri ve Pinot ailesinin siyah üyesi Pinot Noir bu bölgede üretilen üzüm çeşitleri arasında yer alıyor.
Vosges Dağları'nın tepelerinde, hem de en yüksek noktalarında, çoğu Almanlar tarafından Prusya İmparatorluğu’nun gücünü dünya aleme göstermek için adeta kartal yuvası gibi kondurulmuş kale saraylar akıllara durgunluk veriyor. Bunlardan özellikle birisi var ki, o da 20. yüzyılın başında İstanbul’u da ziyaret etmiş, hatta Sultanahmet Meydanı’ndaki Alman Çeşmesi’ni Osmanlı’ya armağan etmiş Kaiser 2. Wilhelm tarafından yaptırılmış Koenigsbourg şatosu. Bu şato tam da Alman gücünü 20. yüzyıl başlarında Fransızlar'a göstermek amacıyla inşa edilmiş, imparator burada bir gece dahi konaklamamış. Şatonun bulunduğu noktadan tüm Alsace, ayaklarımızın altına seriliyor.
Alsace öyle yalnızca bir yazıyla özetlenecek bir bölge değil. Köylerin, kasabaların güzelliği, iki kültürün birleşmesinin getirdiği zenginlik, uzunca yazıları hak ediyor.