Yıllarca otobüslerde, Japon turistler arkamda, Keşan’daki kavşağa gelip program gereği güneye Gelibolu’ya kıvrılmanın verdiği sınırı geçme hırsını ikinci kez yenecek olmanın keyfiyle vardım sınıra. Turing’in ofisinde işe girdiği gün emekli olacağı günü bekleme modundaki bir genç memur, herhalde biraz da Yunanlılara fiziksel yakınlığını aynı zamanda ruhunda hissetmiş olmalı, yavaş hareketlerle ve hayatından biraz bıkmış şekilde işlemlerimizi tamamladı. Ver elini Yunanistan artık!
Yoo, öyle kolay değil. Bu kez Yunan muhalefetiyle karşı karşıyayız. Komşunun 30 yıldır büyüklüğü hiç değişmeyen sınır kapısı, bir de görevlilerin siesta ısrarı yüzünden iyice bloke olunca, beklemekten başka yapacak bir şey yok. Neden sonra kabul görüyor ve sınırı geçiyoruz. Bu arada, bu ülke bu yüzden batıyor diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Via Egnatia’da batıya doğru yol alıyoruz artık. Bizans döneminde başkent Constantinopolis, yani İstanbul’u batıya bağlayan yolun güzergahı ve ismi aynen korunmuş. Eski dönemlerde bu yol İstanbul ile Roma’yı birbirine bağlarmış.
İskender'in şehirleri
Türkiye’yi geride bırakır bırakmaz önüme gelen ilk büyük kent çıkışında Alexandroupolis yazıyor. "İskender’in şehri" yani. Alexander, malum ünlü kumandan ve filozof, M.Ö. 4. yüzyılda ortalığı kasıp kavurmuş kişi. Onun kurduğu ve kendi adını verdiği 2 kent daha var. Biri, bizim İskenderun; diğeri de Mısır’daki İskenderiye. Polis de "şehir" anlamına geliyor. Bu sözcük dilimize "bolu" veya "bul" takısıyla yerleşmiş. Kallipolis’ten Gelibolu, Safranbolu ve diğer tüm bolu’lar... Stinpoli de daha sonra İstanbul olmuş. Alexandroupolis bizde Dedeağaç olarak adlandırılıyor.
Sapaktan çıkar çıkmaz, daha denizi görmeden bile bizi Ege’de hissettiren bir kente giriyorum. Sıcak bir öğleden sonra herkes, deyim yerindeyse arazi olmuş, gümrükteki memurlar gibi. Ölü bir kentteyim adeta. Her taraf kapı duvar. Her şeyi anladık da yahu benzinci siesta yapar mı? Acaba otel de siesta yapıyor mu endişesiyle ismi aşina gelen ilk otele atıyorum kapağı ve rahatlıyorum. Otel açık. Onca sıcak ve yoldan sonra resepsiyonda mükemmel Türkçe konuşan, güler yüzlü, İstanbul doğumlu Petros karşılıyor bizi. Odamıza yerleşiyoruz. Akşam hava kararıp kente inince bir de ne görelim? Uyuyan canavar dirilmiş, kent cıvıl cıvıl, her yer tıka basa dolu. Şimdi anlaşıldı, bunlar gece azmak için uyuyorlar tüm öğleden sonra. Yahu, hani derin kriz vardı bu ülkede? Kandırıldık galiba. Kriz insanların ruhunda oluyor galiba.
Buraya gelmeden önce okuduğumuz restoran yorumlarında oldukça iyi bir not alan Nisiotiko Restaurant’a gidip oturuyoruz. Türkçe olarak karşılanıyor, üzerinde Türkçe yazan ve Türk bayrağı olan menüler geliyor önümüze. Birden tersini düşünmeden edemiyorum. Türkiye’de üzerinde Yunan bayrağı olan menü olsa herhalde o restoran sahibini sorgusuz sualsiz içeri alırlar. Aslında genelde lezzetli, ancak kaba bir mutfak olan Yunan mutfağı hakkındaki görüşlerim burada değişiyor. Ne zarif sunum, ne ince lezzet! Unutamıyorum. Beraberinde Yunan grappa’sı diye adlandırabileceğimiz, Tsipouro içiyoruz. Ödediğimiz fiyat çok ucuz değil ama böyle bir yemeği Türkiye’de yemenin bedeli çok daha yüksek olur. Daha şaşırtıcı olanı ise Yunanistan’ın teorik olarak en ücra, başkente en uzak kentinde böyle bir restoran ve bir kent havası bulmak oluyor. Anlayacağınız Kars’ta bulmak gibi bir şey.
Makri
Ertesi sabah birkaç kilometre ötedeki Makri’ye doğru yol alıyoruz. Makri’nin bizi ilk çeken tarafı ismi oluyor. Malum bizim Bakırköy’ün ilk adı da Makriköy. Biz daha sonra Türkçe’de kelime benzerliği nedeniyle orayı Bakırköy yapmışız. Yoksa bakır falan olduğundan değil. Çok güzel bir köy meydanını geçtikten birkaç dakika sonra enfes bir kumsal olan mavi bayraklı Hagia Paraskevi sahiline ulaşıyoruz. Kumsalın hemen yanına park etmiş arabaların Bulgar ve Türk plakalı olması dikkatimizi çekiyor. Kumsal oldukça kalabalık ancak genişliği ve çok sayıda beach barın bulunması bu kalabalığı dağıtıyor ve fazla hissettirmiyor. Kristal gibi bir denizin karşısında şezlonglarımıza uzanıyoruz.
Akşam olduğunda yine kent merkezindeyiz. Her yer cıvıl cıvıl, insanlar kafelerde sohbet ediyorlar. Dilimize otomobilin ön ışığı olan far olarak geçen pharos, yani deniz fenerinden başlayan sahil yolu boyunca şık mı şık insanlar kordon boyunca volta atıyor. Başka bir taverna, yani restoran deneyelim diyoruz bu akşam. Yine gelmeden önce aceleyle aldığımız notlara bakıyoruz, Gialos ismini görüyoruz. Kordon boyunda bir Yunan tavernası burası. ‘Yalos’ okunuyor. Bu sözcük dilimize İstanbul Boğazı kıyısındaki lüks evleri tanımlamak için ‘yalı’ olarak girmiş. Yani yalı sözcüğünün kökü de Yunanca. Gialos’ta çevremiz Yunanlılar ile çevrili. Şimdiye kadar tüm gittiğimiz mekanlarda kendimizi Türkiye’de sanmış, hatta herhalde Türkiye’de buraya gelmeyen bir tek biz kaldık diye düşünmüştük. Oysa burası tamamen Yunanlı dolu. Mutfak biraz daha kaba olarak tanımlanabilir. Kentteki restoranların diğerlerinde de olduğu gibi kabak ve patlıcan kızartması, tzatziki, yani bizim cacık, çok güzel kalamarlar ve ahtapotlar var. Tabii bu arada kalamarlar bizim karasularının ötesinde nasıl oluyorsa birden büyüyorlar.
Komşu farkı
Komşu gerçekten bizim kıyılara rakip. Hem de ne rakip. Her şey düzgün, dürüst, insanlar güler yüzlü burada. Eğer bizim restoran sahipleri buraya gelip bu mekanları görürlerse bu kendilerini toparlamaları için bir olanak olur. Yoksa benden söylemesi, yakında kimse Türkiye’de tatil yapmayacak. Bununla beraber komşu tembelliğine karşın Avrupa’nın kendisini bataktan çıkaracağına o kadar emin ki, pazar günü biz oradan ayrılırken tüm süpermarketler kapalıydı.
Murat Yankı