HİNDİSTAN'DAN DÖNMÜŞ GİBİ YAPIYORUM
Kelimelerin yetmediği, yetişemediği bir yerdeyim, 23 ayrı dilde dua edilen topraklardan geliyorum.
Tevekkül halinde yaşayan güler yüzlü yeşil topraklardan, gövdesi metrelerce uzayan ulu ağaçların dibindeki gölgeden geliyorum. O gölgelerde susan bilgelerin sabrından, o sabrı hayatın her anına yayan güzel yürekli insanların masal diyarından...
Bir şeye ihtiyacın yoksa eğer, o eksik değilmiş. Büyük bir yoksulluk göreceksin dediler bana gitmeden evvel, gördüğüm büyük bir yeterlilik oldu. Yoksulluk bizim "modern ego"muzun tanımlamasıymış bir kez daha anladım. Fazla olan, aşırı olan bizmişiz. Kıyafet üzerini örtmek, yemek hayatta kalmak ve söz sadece gerektiği kadar kullanılmak içinmiş. İçimizdeki, aklımızın bildiği zaman algısı değiştiğinde yürümek başka güzelmiş.
Ruhlarının özgürce sokaklarda gülümseyerek dolaşmasına izin veren insanlardan geliyorum. O insanların renkli kumaşlara sarınan basit, hesapsız, içten gülümsemelerinden...
Gittiğim her yerde yoga yaptım, Hintli, Amerikalı, Afrikalı, Kanadalı hocalarla çalıştım. Mistisizm dile geldi; matımın üzerinde zaman, mekan, tüm o entelektüel ıvır zıvır kayboldu. Yeni çok şey deneyimledim, akılla ve kalple ders vermenin arasındaki uçurumu bir kez daha gördüm.
Anlatmaya başlayamadım bile hâlâ. Kelimelerimin etrafında dört dolaşıp duruyorum. Sadece hissimi ve ağzımda kalan tadı biliyorum. Çocukluğumdan kalan bir anı ile eşleşiyor, bu anı Aşram'da Şavasana'da iken beliriyor zihnimde. İlkokula gidiyorum, öğle uykusundan karnım aç uyandığımda mutfaktan gelen annemin şahane peynirli böreğinin kokusunu duyuyorum. Uykum var, yatak sıcak kalkmak hiç istemiyorum ama çok karnım aç, yataktan bir an önce kalkmak istiyorum. Kararsızlığı sonuna kadar tecrübe ediyorum. Hindistan dönüşü kendimi yataktan kalkıp karnımı doyurmuş ve sıcacık yatağıma geri dönmüş gibi hissediyorum.
Bazen akıl bazen kalp konuşur ya, ben bu ikisinde dengeye inanırım. O ikisinin dengesi bozulduğunda bir şeyler ters gitmeye başlar. Bambaşka bir kültürü gördüğünde aklım, bildiği tarih bilgisiyle bir sürü açıklama yaptı “böyleler çünkü sömürge, çok dil, din” v.s. bildiği her şeyi sıraladı bir bir o esnada kalbim şaşkın şaşkın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Günler geçtikçe akılla açıklanamayacak kadar büyülü bir şeyi deneyimlediğimi de fark ettim ki, zihnimin bütün o gereksiz sözleri yerini sükunete bırakıverdi. Aklın yargıları kalbi köreltirmiş bir kez daha gördüm.
Zıtlıkların ahenkle dans ettiği, kargaşanın içindeki o kocaman meditatif boşluktan geliyorum. Saygıdan, öfkeden ve en çok da vazgeçebilmekten...
Yoga'ya ilk başladığımda içindeki zıtlıklar beni büyülemişti. Çılgınlar gibi terlerken, can çekiştiğim güçlü pozları yaparken nefesimle yumuşacık kalabileceğimi keşfettiğimde şaşkına dönmüştüm, yıllar önceydi. Hindistan'ı tam da bu zıtlıkla anlatabilirim sanırım. Hem çok yumuşak hem de çok sert. Taksi ile uzun uzun yollar yaptım, çok yer gördüm, çok insanla tanıştım. Ve o taksi yolculukları sırasında ölüme çok yaklaştığımı hissettiğim her anda Hint'li şoförümüz Duku halimize, korkumuza güldü her defasında. Onun sıradanı ve bildiği hal, benim travmamdı. Ben ölüm korkumu yaşarken o sadece kendi olağan ve sıradan akışındaydı. Bir tane bile sinirli, yüzü asık insan görmedim; herkes gerçekten mutlu görünüyordu.
Gülümsemenin büyülü etkisinden geliyorum, öfkeyi dönüştürebilen insanların kocaman bembeyaz dişlerinden... Bilinmeyene duyulan derin korkudan, ölümün sınırından, korkunun faydasız telaşına şaşırabilmekten...
Her anı böyle geçti aslında, “iyi” ve “kötü”nün, “az” ve “çok”un, “hep” ve “hiç”in çok sayıda örneklenmesiydi her gün. Bizim köy bakkalı dediğimiz büyüklük ve çeşitteki yerler onlar için süpermarket ama ihtiyaç duydukları her şey orada var. Bizim bir yere ulaşmak için yaptığımız 'yürüme' eylemi onlar için bir sosyallik. Bizim bayram zamanı görev gibi yaptığımız aile ziyaretleri onlar için günlük bir ritüel ve neşe kaynağı. Çok fakirler ama her gün taze çiçek satın alıyorlar arabaları kazadan beladan uzak dursun diye, dua niyetine.
Aşram'da her sabah 5'te uyanıp 5:30’da meditasyona oturduk yaklaşık 200 kişi. Nasıl büyük bir enerji açığa çıktığını anlatamam. Tüylerim diken diken, her şeyi, her anı, her duyguyu fark ederek sadece dinlemek büyük armağan oldu. Kuşları, uzaktan gelen fil seslerini, yaprakların hareketini, yumuşak nefes seslerini, içimden gelen, soluğumla akan tüm titreşimleri, olduğu gibi bir bir içime çektim. Seslerin, var oluşun, var olmanın kendisi oluvermek gibiydi. Bir anda! Aşkı bir şiirin kalbinde buluvermek gibi, bir anda, telaşsızca. Aşram'da her gün beş saate yakın Yoga yaptım. Bir kez daha gördüm ki gönlünle, niyetinle oradaysan, bir de teslim olmuşsan her şeyinle, hiçbir kural rahatsız etmiyor, zorunluluk gibi gelmiyor, gelmiyor çünkü bir biçimde besliyor, derinleştiriyor. Kural sevmeyen bünyeme, bana en büyük armağan bu; sevdiğin şeyi yapabiliyor olmak, olmak istediğin yerde olmak.
Sessizliğin büyülü ve her haliyle çırılçıplak olduğu topraklardan geliyorum.
Daha anlatmaya başlayamadım bile. O vahşi ve bakir doğanın içinde bir yabancı iken bir o kadar da tanıdık olabilmeyi henüz anlayabileceğim bir yerde değilim. Belki arkadan gelir.
Anlatamamaktan geliyorum, sadece bilebilmekten. Çırılçıplak olduğumu biliyorum, çıplaklığın, yargısızlığın gerçek olduğu hayatlara dokunabilmekten...
Olmayan, belki hiç olmayacak olana duyduğumuz korkuların, kaygıların hayatlarımızı ne hallere soktuğunu biliyorum, görüyorum.'Ay ben gidemem o pis ülkeye, hasta olurum' diyen canım arkadaşlarıma içimden 'Bazen ödediğimiz bedeller, sonuçlar, ardından gelen hediyeler için az bile" diyorum, dışımdan sadece susuyorum. Mutfaklarda böcekler vardı evet, sokaklarda farelerde vardı, köpekler, inekler, filler her yerdeydi. Bazılarımız nasıl ki evdeki kediden köpekten, bahçedeki ağaçtan rahatsız olmuyorsa onlarında böcekler ve hayvanlarla derdi yok. Kolay olduğunu söylemiyorum. Steril hayatlarımızdan baktığımızda kolay değil elbette ki. Diğer yandan bembeyaz giyiniyor Hintliler, gayet temizler. Temizlik anlayışları farklı o kadar. Böcekle derdin yoksa bağışıklığın doğal bir sonuç olarak ona dirençli olur. Pis değil farklılar. Yıllarca o kadar doğa ile bütün yaşamışlar ki endüstriyel atıklarla ne yapacaklarını bilmiyorlar. Muzu yere attığında gübre olurken coca-cola şişesinin dönüşmüyor olması artık bir sorun. Alışkanlık meselesi ve devlet yatırımı yok ve maalesef her yer gerçekten çöp.
Yağmur sonrası toprak kokularına doyamamaktan geliyorum. Her damlanın yapraklara dokunuşunun şiddetli ve romantik seyrinden...
İki gün Muson yağmurlarına yakalandık. Bitmek bilmiyormuş gerçekten de.
Hindistan'da yemek genellikle el ile yeniyor. İlk günlerde ellerimle yemek yerken epey zorlandım, tüm yemeklerin tatların birbirine karışması garipti. Aşram'da sabah kahvaltılarında yediğim pilavların tadı hâlâ damağımda. Kaşık ve çatalı, yani aracıyı aradan çıkartıp yediğinle daha doğrudan bir iletişime geçiyorsun besinle. Yediğin mikro düzeyde bedeninin parçası oluyor ve sen parmaklarınla yediğinde onunla bir oluyorsun. Aracı kullanmadan tanrıya, evrene dua etmek, yiyeceğe vereceği şifa için minnet duymak, kendin enerjini yemeğe katarak içine almak gibi.
İstediğin Tanrı'ya, istediğin zaman, istediğin biçimde inanabilmenin özgürlüğünden geliyorum.
Çok sayıda Tanrı var Hindistan'da, her biri bir şey sembolize ediyor; Yunan mitolojisindeki gibi. Müslümanlar, Hristiyanlar, Budistler, Hindular, Sihler her birisi kendi inançlarını istedikleri gibi ve özgürce yaşıyorlar. Herkes birbirinin inancına son derece saygılı, deniz kenarlarında haçlarla birlikte Hindu sunakları da var, yan yana; olması gerektiği gibi yani :)
Daha yazmaya başlayamadım bile. Tat, koku, his, ten, kalp. Zihinsiz olan tüm kelimelerin etrafında dolaşıyorum hâlâ.
Zihinsizlikten, şaşkınlıktan, hafiflikten, korkudan, bilememekten, yenilenmekten, dirençsizlikten, bildiğim tüm fiillerin mastar eklerinin tepetaklak olmasından geliyorum.
Zamanın telaşsızlığından,
öğretilenleri yalanlamaktan,
tüm o yalanlara inanmamaktan.
En çok da kendimden geliyorum. Çarptığım her duvarın, sorduğum her sorunun, hissettiğim her anın kalbimde yarattığı yumuşacık titreşimden geliyorum.
Geliyorum, çünkü geri döneceğimi biliyorum.
Başak Deepa Yüksel kimdir?
İstanbul Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Lisans programında okudu. Sigorta şirketlerinde “tıbbı danışman” olarak çalıştı, provizyon ekipleri yönetti. Resime olan ilgisi nedeniyle ardından Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat Yönetimi programını derece ile kazandı. Yıllarca önemli sanat dergilerinde yazarlık, başta AKM olmak üzere önemli sanat galerilerinde “küratörlük” yaptı. NTV ve TRT gibi TV kanallarında projelerde yer aldı, belgesellerde sanat yönetmenliği yaptı. Ardından sağlık sorunu nedeniyle yogaya başladı. Yoganın iyileştirici uygulamaları ve felsefesi tüm hayatını kapsadı. Bir sene süren yoğun eğitiminin ardından 2007'den bu yana Yoga Eğitmenliği yapıyor. Türkiye ve yurtdışında pek çok eğitime katıldı. Aldığı tıbbi eğitimi yoga ile birleştirerek destek tedavi alanında öncelikli olarak “Yoga Terapi” dersleri ve Hatha Yoga dersleri veriyor, sağlık kuruluşları ile ortak projelerde çalışıyor. Paramanand Institute, uluslararası onaylı Yoga Terapi uygulama sertifikasına sahiptir.
yogayapiyorum.blogspot.com