Seyahate dair en sihirli kelime: Vizesiz! Atatürk Havalimanı'ndan uçağa biniyor, THY'nin leziz sandviçiyle çıtır salatasını bitirmiş, çikolatalı mus aşamasına ancak gelmişken inişe geçiyorsunuz. İstanbul- Podgorica arası bir buçuk saat. Montenegro'nun bu kasabamsı şehrine vardığınızda, en fazla Dalaman'a gelmiş kadar yabancılık çekiyorsunuz.
Havalı adıyla Montenegro, Türkçesiyle Karadağ, ufacık bir ülke. Nüfusu Küçükçekmece kadarmış! Bir başından öbür başına gitmek, bu İstanbul trafiğinde karşıya geçmenin yarısı eder. Otomobil kiralıyor ve yeşili bol yollardan ilerliyoruz. Üssümüz, Karadağ'ın Bodrum'u sayılan Budva olacak. Hedefimiz, eski şehrin merkezinde, denizin dibindeki Avala: 1937 yapımı, yeni renove edilmiş, Sovyetik bir yapı. Merdiven Palas! Bruno adındaki havalı restoranı, bir zamanlar İstanbul Harbiye'de pek popüler olan Loft'un replikası gibi. Tabii henüz çığlık atıp fotoğraf makinelerine saldıracağımız esinlenmeyi görmüş değiliz. 35 derece sıcakta, şemsiyeyle ne işimiz olur, diye düşünüyoruz. Halbuki şemsin yani güneşin olduğu yerde, şemsiye de olur değil mi, nihayetinde aynı kökten geliyorlar!
Budva'nın alametifarikası bacak olmalı!
Old City'de tarih, denizde limon kokluyorsunuz. Eski şehrin surları iyi korunmuş. Dubrovnik'le karıştırabileceğiniz koridor sokaklarında, açık hava kahvelerinde iyi vakit geçiriyorsunuz. Arada imrendirici taş yapılara rastlıyorsunuz. Adriyatik, Ege'den çok da farklı değil. Denizin sıcaklığı da, tuz oranı da iyi. Sveti Stefan manzarasına karşı denize girmek, insana kendini fotoşop marifetiyle bir kartpostala yapıştırılmış gibi hissettiriyor. Ama gene de tek bir şeye indirgeyecek olursak Budva'yı, bacak olur! Zaten uzun bacak ve yüksek topuk çizimli buzdolabı magnetleri satılıyor turistik yerlerde.
4 k formülü: Kotor, kilise, klasik müzik, kırmızı
Kotor, hakikaten güzel. Eski şehrin sokaklarında tekrar tekrar kaybolmak isteyeceğiniz kadar güzel. Akşamüstü ışığında ayrı, karanlık basınca dağları mücevher gibi ışıklandırdıklarında başka güzel. Buram buram Ortaçağ kokan, taş gibi, taştan bir güzel. Otantik bir yer isterseniz, şehrin en eski lokantası Konoba Scala Santa'da yiyebilirsiniz. Biz akşamüstü aylaklığı yaparken, gömleğinin bütün düğmelerini açmış, göbeğini salmış, direktifler veren bir erkekle öğrencilerini gördük. Meğer Şef Radovan Papovic, mühim bir müzik adamıymış ve de o akşam gerçekleşecek konseri prova ettiriyormuş. St. Lucas Sırp Ortodoks Kilisesi meydanında, konser için dizilen sandalyelerin dibindeki kafeye tünedik. Önce prova. Derken İKSV'nin "Siyah Lale"leri gibi şık ve zarif insanlar sardı etrafı. Bizim "göbeğini kaşıyan" şef de grand tuvalet gelmez mi! Atmosfer öyle hoştu ki, provasından aldığımız konserin sonunu getirdik, Kotorlu lalelerle Vivaldi dinledik! Viyolonsel çalan Başat Karabulut Türkiyeli mi diye tartışırken, biraz daha şarap, biraz daha peynir derken, günü gece ettik...
"Damacana"da Armand Assantey'le karşılıklı yemek
Balkanlarda -Son dönemin popüler tabiriyle: deneyimlediğim- en unutulmaz yemek, Saraybosna'daydı. 13 sandalyeli Mala Kuhinja'da menü yoktu. Oturduğunuzda size neyi sevdiğiniz, neyi sevmediğiniz, neyi asla ağzınıza koymadığınız gibi sorular soruluyordu. Şehrin bu en özellikli lokantasının sahibi ve şefi Muamer Kurdagic, verdiğiniz cevaplardan hareketle, sadece size özel bir yemek hazırlıyordu. Adı olmayan, eşi olmayan bir yemek. Müthiş bir tecrübeydi.
Balkanlardaki en iyi ikinci yemeğim ise bu: Marinayı geçtikten sonra hemen karşıda, çiçekli, sarmaşıklı, asmalı bir balkonu/bahçesi olan Konoba Demizana. Konoba, restoran demek. Demizana ise damacana! Yaşlı garsonlarıyla, salaş ama oturaklı ambiyansıyla, her akşam ful çekmesiyle, az-öz menüsüyle, belli ki "bugün var yarın kim bilir" mekanlardan değil. Restoranın sahibi Markicevic Vido, deli çıktı! Son derece obsesif, titiz, çalışkan, belli ki işine âşık, işiyle deliren bir adam. 25 yıllık lokantacıymış, burası da 15 yıldır varmış. Zeytininden, zeytinyağından, yemeğin sonunda ikram ettiği ev yapımı erik brandy'sine kadar her şey tastamamdı. Gecenin sürpriziyse yan masadaki aktör Armand Assante'ydi. Judge Dredd'in Rico'su, Mambo Kings'in Cesar Castillo'su, ER 'ın Richard Elliott'ı, Human Target 'ın Joubert'i... Fevkalade fit görünüyordu.
Balıkçı köyünden jet set koyuna: Sveti Stefan Aman!
İstanbul'un camiler silueti, Kızkulesi, Galata Kulesi varsa, Budva'nın da Sveti Stefan'ı var. Denizin üstünde, seyrine doyulmaz bir biblo. Burası eskiden bir balıkçı köyüymüş. 15. yüzyılda surlarla çevirmişler adacığı, korsanlar geldiğinde civar köylüler oraya kaçmış. Sonraki birkaç yüzyıl boyunca da bir düzineyi geçmeyen balıkçı ailesinin ikametgahı olmuş. 19. yüzyılda yaklaşık 400 kişiyi bulan nüfusuna dar gelmeye başlamış, ahali taşınmaya karar vermiş. İşte bundan sonra da bir mesire yerine dönüşmeye başlamış Sveti yani Aziz Stefan. Önce soylular, sonra burjuvalar için. 1930'larda, çok yakınlardaki Milocer'de Sırp kraliçesinin kasrı yapılmış. 1960 ve 70'lerdeyse zirve yapıp, ünlülerin ve zenginlerin tavaf ettiği bir yer olmuş. Elizabeth Taylor, Orson Welles, Sophia Loren, Marilyn Monroe, Prenses Margaret, Yuri Gagarin, hepsinin anıları var.
Satranç efsanesi Bobby Fischer, Boris Spassky'yle oynadığı dünya şampiyonluğu maçının gayri resmi rövanşını 1992'de burada almış. 90'larda Yugoslavya'nın matruşkalaşması sürecinde popülaritesini kaybetmiş haliyle. Ama 2007'de, lüks otel zinciri Aman Resorts tarafından 30 yıllığına kiralanmış. Nefis taş yapılar renove ve restore edilmiş, proje 2008'de halka kapanmış olarak açılmış! Halihazırda 50 daire/villa var, geceliği 750 avro'dan başlıyor ve üç günden az rezervasyon kabul edilmiyor. Buna karşılık plaj lokantasının da, adacığın tepesindeki akşam restoranının da fiyatı görece makul. Şarabı abartmazsanız, masadan Bodrum ve Alaçatı'dakinden daha ucuza kalkabiliyorsunuz. Ama...
Aman mı, Astoria mı?
Aman'ın restoranında iyi pişmesi istenen et kanlı, orta pişmesi söylenense çiğdi. Odun fırını iddiası taşıyan pizza, sıradandı. Masalar öylesine karanlıktı ki, yan masadaki çift, iphone'larını ışıldak olarak kullandı. Yemeğin bitiminde üç kere istenen su hiç gelmedi, sofradan susamış olarak kalkıldı. Arka masadaki çiftin kredi kartında sorun olduğu söylenince, başımıza geleceği tahmin etmiştik: Masadaki üç kişinin kredi kartından da para çekilemediği iddia edildi ve nakit talep edildi. Old town'ın tek butik oteli Astoria'nın teras restoranındaysa garson terörü, kırmızı şarabı 40 derece sıcakta ortam sıcaklığında servis yapma inadı şeklinde tezahür etti. Sos, karideslere hiçbir şekilde değmemişti. Etler vasattı. Yemeğe mi bakacağız, restorana mı? Her zamanki soru depreşti.
Ne yemeli? İnegöl köfte mi? Künefe köfte mi?
Bölgenin etleri gerçekten lezzetli. Köfteleriyle iftihar ediyorlar. Cevapcici, şeklen aynen bizim İnegöl köfte. Tat olarak da çok uzağına düşmüyor. Porsiyonda genellikle 10-12 tane oluyor. Favorimse Pleskavica. Bu daha baharatlı, tek parçalık büyük bir köfte. Künefe formunda, hatta daha geniş geliyor, çapı bir karışa ulaşıyor.
Boğaz, Perast'laşamaz mı: Kardağ'dan merdiven ithal edelim!
Karadağ'da yukarıdan baktığınızda çizilmiş gibi duran dantelimsi plajlar var. Arabayla dolaşmak büyük zevk. Jaz, Milocer, Sveti Stefan, Przno, Becici... Kimisi, dibine gittiğinizde tepeden vaat ettiği heyecanı yaşatmıyor, o zaman gelsin sıradaki! Bir de plaj olmayan ama yolun kenarına yapılmış birkaç basamakla kolaycacık girilen denizler var. Perast'a zaten semt olarak da bayıldık, bir de bu özelliği bizi bizden aldı. Basamakları görünce hem hemen ıslanabileceğimiz için sevindik, hem de hep hayal ettiğimiz şeyin aslında ne kadar uygulanabilir ama nedense asla uygulanmaz olduğunu düşünüp üzüldük: Boğaz'a birkaç basamak atmanın nesi bu kadar zor?
Plajda evrensel tat: Sütlü kukuruz
Mide kazıntısıyla beraber şezlongdan uzaklaşma arzusu belirirse: Jaz'daki Yunan lokantasının makarnası enfes. Sveti Stefan'daki Aman'ın beach lokantası, Grek salatasını benzersiz yapıyor. Gözleme yok, çiğ börek yok ama bizim lokmaya tekabül eden yuvarlak hamurcuklara pudra şekeri ya da çikolatalı sos gezdiren teyze, derde deva. Ve kukuruz: Ne hikmetse buranın mısırı, sağılacak kadar sütlü oluyor!