Bu Kurban Bayramı'nda, yılda birkaç kez düzenlediğim gurme turlar kapsamında orta büyüklükte bir grupla İtalya’nın kuzeybatısında, Fransa sınırındaki Piemonte’ye gittik. Burası aslında özellikle beşeri manzara bakımından Fransa’ya çok benzeyen, benim ‘İtalya’daki Fransa’ diye adlandırdığım, bence son derece huzurlu ve sakin bir bölge. Piemonte’yi ben bundan birkaç yıl önce İtalya’da kendime uygun bir şarap okulu ararken bulmuş ve hiç tereddüt etmeden oraya gitmiş olmam sayesinde keşfettim, en büyük kenti Torino olan bu bölgeye tutkuyla bağlandım.
Slow Food nedir?
Yüzölçümü bakımından İtalya'nın 20 coğrafi bölgesi arasında Sicilya’dan sonra gelen Piemonte bölgesi, kuzeyden ve güneyden Alp Dağları'yla çevrilmiş, yemyeşil ve kaynağı olduğu İtalya’nın en büyük ırmağı olan Po sayesinde de son derece bereketli topraklara sahip bir bölge sayılıyor. Hani derler ya, ne eksen bitiyor. Bir de buna Kuzey İtalya insanının onu güneydekilerden ayıran titizliği ve çalışkanlığı eklenince bu bölge, İtalya’daki pek çok meyve sebze ve besinin kaynağı oluyor. Bölgenin gastronomik zenginliği konusunda bir fikir vermek gerekirse, örneğin, bölge tarım konsorsiyumu tam 371 değişik yiyeceği Piemonte’nin geleneksel yiyeceği olarak işaretlemiş.
Slow Food geleneksel yemek kültürünün korunması demek. Dolayısıyla ‘yavaş yemek’ anlamına gelen ve asıl teması geleneksel yemek kültürünün korunması olan hareketin buradaki bir köyde filizlenmesi zor olmamış. Geleneksellik İtalyan halkının yavaşlığıyla birleşince de hareketin adı 'slow food' olmuş. İşte benim asıl konu etmek istediğim de bu göreceli yavaşlık. Aslında yalnızca İtalyanlara ait olmayan, neredeyse tüm Avrupa halklarının bir özelliği olan bu göreceli yavaşlıktan söz ediyorum.
Avrupalılar'ın yavaşlığına sabır gösterin
Avrupa’ya eşlik ettiğim turlarda katılımcılara ilk verdiğim mesajlardan biri bu kıta insanının yavaşlığı karşısında sabır gösterilmesi gerektiği olmuştur hep. Hatta biraz şaka yaparak Kapadokya’da oturduğum Uçhisar kasabasının bakkalı Ahmet’i örnek gösterir ve "Nerede aynı anda 4 kişiden para alıp diğer 4 kişiye de para üstü verebilen benim üstün zekalı bakkalım?" derim ve 20 yıldan fazla süredir tanıdığım Avrupalılara bütün çabalarıma karşın çabuk olmayı öğretemediğimden yakınırım!
Yavaşlık, önce uçaktan indiğimiz anda giriş kapısındaki polislerden başlar, sonrasında grup halinde otele gittiğimizde 20 kişi tarafından aynı anda burnuna doğru uzatılmış pasaportlara aldırış etmeden aheste aheste önündeki isim listesinden oda anahtarlarını 10 dakikada dağıtan, aslında bizim düşündüğümüz gibi bize gıcık olmayan, ancak bizim kadar pratik davranamayan otel görevlisiyle sürer. Otelimizden çıktıktan sonra girdiğimiz ilk kafede de genelde aynı manzarayla karşılaşırız. Aynı insan hem parayı alır hem de yavaş hareketlerle fışırdayan makinadan kahveleri doldurur. Oysa genelde sabah saatlerinde kafeye gidenlerin acelesi vardır. Ama unutmamalı, kahve bir keyiftir, hatta bunu onlara öğretenler de bizim atalarımızdır; dolayısıyla bazen düşündüğümüzün aksine uzun zaman beklemeye değer o. 'Slow drink' işte!
Ya mağazalar? Aynı anda yalnızca bir kişiye hizmet verebilen o patriklikten yoksun mağaza elemanları, bizi öylesine kızdırırlar ki "Aaa bunların hiç müşteriye, paraya ihtiyacı yok galiba" deyip oradan çıkasımız gelir, hatta bazen kızıp çıkarız. Oysa bu davranış bize karşı değildir, tamamen onların işlerini dikkatli ve gerektiği gibi yapmak istemelerinden kaynaklanır. Bu da 'slow shopping' olmalı.
Şark sabrını yitirmişiz
Restorana gider otururuz, garson bir türlü gelmez. Gelip sipariş aldığında da siparişi bir türlü getirmez. Bekleriz, sinirleniriz. Ne bilsin o garson bizim, 12 dakikada 4 kap yemek yenilebilen esnaf lokantası geleneğine sahip olduğumuzu? Oysa orada yemek yalnızca yemek değildir. Hatta şöyle söyleyelim, yemek, en son yemektir. O yaşamdır, muhabbettir, siyasettir, demokrasidir; o her şeydir. İtalya da, Fransa da sofrada kurulmuştur. Sanki Türkiye farklı mı olmuştur? 'Slow life' işte.
Şöyle uzakta durur, halkımı izlerim zaman zaman. Ne yalan söyleyeyim, tez canlı hallerimize bakınca şaşırmadan edemem. Aslında pek de çabuk hareket etmeyen veya edemeyen bizlerin niçin bu kadar acelesi olduğunu da bu yüzden anlayamam. Hatta genellikle Orta Doğu halklarının sabrını tanımlamak için kullanılan ve belki de bir zamanlar var olmuş, olmuş ki en azından Fransızların diline pelesenk olmuş ‘Patience Orientale’, yani ‘Şark Sabrı’nı nerede kaybettiğimizi düşünürüm. Kimi zaman da ünlü Amerikalı antropolog Ruth Benedict’in Japon halkını incelediği ‘Krizantem ve Kılıç’ adlı kitabında Japonlardan söz ederken "kendi içinde bu kadar tezat davranış kalıplarına sahip başka bir halk görmedim" diye yazdığını hatırlar; bir yandan sosyolog, diğer taraftan da bu halkla 10 yıldan fazla süre haşır neşir olmuş bir Japonca tercüman-rehber olarak iki halk arasındaki inanılmaz benzerliklerden birinin daha farkına varırım.
İşte bu pek çok nedenden dolayı adında 'slow' bulunan bir hareketle bizim bir araya gelmemiz gerçekten de büyük başarı oluyor. Zira buradaki slow, salyangoz veya kaplumbağa hızıyla yavaş tüketmek ve sürdürülebilirlik anlamına geliyor. Oysa biz çabuk tüketmeyi daha çok seviyoruz. Bakın denizlerimize, bakın doğaya, bakın kentlere; ama yavaş bakın, slow yani. O zaman daha iyi göreceksiniz.