Daha kendimi hayatın akışına kaptırmadan önce saf bilincimle kendi kendime sorardım. Ben kimim? Ben neredeyim? Niye yaşıyorum? Nasıl olsa hepimiz öleceğiz, o zaman bütün bu yaşanan tiyatro niye var? Bunu kim organize ediyor, niye böyle bir şey yapıyor?
Bu ve benzeri soruları çocuk bilincimle düşünerek çok uykusuz gece geçirmişimdir.
Cevabı ise bana beklediğimden çok daha sonra belki de hazır olabildiğim ilk anda geldi.
Okuduğum kitaplar, katıldığım sohbet toplantıları, izlediğim filmler, bir kişinin yaşadığı olayda fark ettiklerim ve kendi deneyimlerim zaman içinde birleşti yap-bozumun parçalarını oluştu.
Ve bir baktım ki aradığım cevaplar karşımda duruyor. Bu cevaplar bana katılan her yeni bilgi ile daha derinleşip, bir o kadar da basitleşiyordu.
Yukarı, daha yukarı…
Benim realitem değiştikçe sanki hayatı bir üst zeminden algılamaya başlıyordum, olayların detaylarından çıkıp gözlemci kimliğine bürünüyordum. Ben bunu camlarla çevrili bir asansörden aşağıya bakmak gibi düşünüyorum. 6. kattan görünenle, 20. kattan görünen aynı noktanın çok daha geniş persfektifi değil mi? Yükseldikçe değişen bir şey olmamasına rağmen görüntüye yeni eklenenlerle yorumlamamız değişiyordu.
O zaman kendi kendime soramadan edemiyorum: Kim bilir 112. kat veya 2030. katta neler var? Ya da daha yukarılarda…
Ben Kimim?
Tekrar sorumuza dönecek olursak: “Ben Kimim?“
Dünyanın algılanışı bir serçe kuşu için, bir yaprak, bir çakıl taşı için nasıl aynı değilse insanlar için de aynı olmadığını fark ettim.
İnsanların kendi oldukları zeminlere göre yani asansörde bulundukları katlarına göre olayları algılayışları değişiyordu.
Bir doktor baktığı her yerde hastalığı, sağlığı görürken; bir asker, bir öğretmen için durum çok daha farklı oluyordu.
Hatta kadın veya erkek olmamız bile bizim için bir algılama fark oluşturabiliyordu.
Mutlu ya da mutsuz olmak…
Aynı şartlara sahip iki kişiden birinin mutlu, birinin mutsuz olmasının sebebi sizce nedir?
Bu farkı ne oluşturuyor?
Bizim bilincimiz değiştikçe, hayatı algılayışımız da değişiyor. Yükseltikçe dualiteden uzaklaşırız. Ve mutluluğun dışarıdaki olaylardan bağımsız, koşullardan bağımsız, kişilerden bağımsız olduğunu fark ederiz.
“Matrix“ filmini hatırlar mısınız? Neo’nun bir makineye bağlanıp, dünyaya gelerek burada yaşadığı maceralar vardı. Bedeni aynı yerde kalmasına rağmen bilinci ile yaşadıklarını bedeninde acı olarak hissediyordu. Hatta bir tanesinde ağır bir şekilde yaralanmıştı. Bedeninden kanlar gelmişti.
Bu konudan bahseden bir diğer film ise son zamanlarda seyrettiğimiz Bruce Wills’in oynadığı “Suretler” filmidir.
Her iki filmde de verilen mesaj bizim bu beden, bu kimlik olmadığımızdır.
Zamanla kendimizle ilgili gerçeklerimiz bile değişir.
Beden zannettiğiniz, kimlik zannettiğimiz özümüzün sadece fark eden olduğunu anlarız.
İşte bu hayat isimli tiyatronun amacı, oynadığımız bütün rollerin amacı, yaşadığımız deneyimlerin sonucu bütün hissettiklerimiz bunun içindir: Fark etmek için.
Öyleyse asıl olan nedir?
Yaşadığınız her şey bir illüzyonsa, gözlerinizi kapatın ve içinizdeki fark ediş cevherine sorun. Bu her üç sorununda verilebilecek tek bir doğru cevabı var:
- Ben neredeyim?
-“Ben buradayım“
- Zaman nedir?
-“Şimdi“
-Ben kimim?
-“Ben fark ediş cevheriyim!”
Kim olduğunuzu ve ne olmadığınızı fark ettiğiniz anlar dilerim,
Sevgiyle yazdım,
Saba Deniz
Yaşam Koçu