Arada neler olduğuna da.
Sanki çocuğun bir suymuş, sen koca bir vazoymuşsun, o senin içine dolmuş ve şimdi deliklerin görünür olmuş gibi oluyor.
Sular fışkırıyor orandan burandan.
Su aldığın yerleri görüyorsun. Kusurlarını. Zayıflıklarını. Korkularını. Tahammülünü. Enerjini. Sevgini.
Bugüne kadar kimsenin sana tutamadığı aynayı, o sana tutuyor.
Bu ne bir dev aynası, ne bir cüce aynası.
Bu tam olarak seni senin boyutlarında gösteren gerçekçi ayna.
Işıklandırılmamış, hilesi hurdası olmayan gün ışığı aynası.
Her şeyin tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Güneşin altındaki bir fıskiyeye dönüşüyorsun yani deliklerinle.
İşin bu kısmı uzun yolculuk. Bu benim hislerimle gördüğüm.
Bir de duyup öğrendiğim ve bakalım yapabilecek miyim olan bir şey var.
Aynalama deniliyor buna.
Hakkında uzun uzadıya yazacak kadar bilgili de değilim ama bildiğim kadarını yazayım, merak eden derinleşsin.
Aynalama şu: Çocuğunun o sıradaki duygusunu ona yansıtıyorsun, ne olduğunu söylüyorsun.
Ve sonra susuyorsun.
Mesela okuldan eve gelmiş ve bir arkadaşına kızgın. 'Şu andan Ali'ye kızgınsın, çok öfkelisin' diyorsun.
Mesela oyun oynarken aldın, mama sandalyesine koydun, o da ağlıyor. 'Şu an hayal kırıklığına uğradın ve üzgünsün çünkü seni oyundan aldım ama şimdi yemek zamanı' diyorsun.
Mesela bir kapı cereyandan hızla çarptı, içi hopladı.
'Kapı çarptı ve sen korktun.' diyorsun.
Kısa bir şekilde duygusunu söyleyip, susuyorsun.
Fazla yorumlar, açıklamalar, uzatmalar, derleyip toplamalar yok.
Ama en önemlisi, 'kızacak bir şey yok'lar, 'ağlayacak ne var yemeğe oturuyorsun, erkek adam ağlamaz'lar, 'kapı çarptı sadece, korkacak bir şey yok'lar yok.
Çünkü bunlar 'senin' duygun, 'onun yaşadığı' değil.
Onun için önemli olan sen değilsin, kendisi. Kendisinin ne yaşadığını bilmesi.
Bunu da anca senin aynalamanla görecek. Bir anne ve bir baba olarak ilk görev, ona korkmamayı, ağlamamayı, öfkelenmemeyi öğretmek değil. Ne yaşadığını öğretmek.
Kendi duygusunu isimlendirerek, onu kendi duygularıyla tanıştırmak.
Bunu bilmiyordum ben. Kırk yıl düşünsem de bulamazdım. Muhtemelen, duygusunu onarıma geçecektim.
Halbuki gerçek bu olmayacaktı. Yani, şimşekten ödü kopmuş bir çocuğa, 'korkacak bir şey yok, o şimşek işte doğal bir şey' demeden önce bir düşünmek lazım.
Eğer bunu dersen, kendi yaşadığı duyguyu ketleyecek.
Gerçekte korkmuş olmasına rağmen, korkmaması gerektiğini düşünecek. Yarın bir gün, annesi babası üzülmesin, kızmasın, hayal kırıklığına uğramasın diye hayal kırıklıklarını saklayan, üzüntülerini gömen, korkularını bastıran birisi olacak.
Duygularını, anne babanın dümen suyuna göre yaşıyormuş gibi yapacak.
Halbuki biz büyükler çok iyi biliyoruz ki, duygular hiç bir zaman '–mış gibi' yaşanmaz. Duygu neyse odur, ne yaşadıysak ve ne hissettiysek odur.
Ha, onu dışarıya bin bir türlü sunabiliriz ama bu ne zor bir şeydir değil mi? Bari çocukken hayat böyle geçmesin derim.
Narsisistik ailelerin çocukları için durum tam tersi.
Böyle anne babalar kendi duygularını çocuklarına yansıtıyorlar. Ve çocuklar, kendi duygularını atlayıp, onların duygularını aynalamaya başlıyor.
Süpermarket kuyruğunda, bağırarak ağlayan çocuğuna 'kes ağlamayı! zaten başım ağrıyor, sabahtan beri koşturuyorum, bir de seni çekemem' dersen, bu senin duygun olur.
Onun hayal kırıklığından bahseden olmaz. Sadece senin öfken.
Ve zamanla bu yavru, sen öfkelenme diye hayal kırıklıklarını arka bahçeye gömer de gömer.
İleride bir gün de bir terapistin koltuğunda 'ne hissettiğimi bilemiyorum, ne istediğimi bilemiyorum, kim olduğumu bilemiyorum' der.
Çünkü kimse duygularına değer vermemiş, aynalamamış, ona tanıtmamıştır.
Artık içgüdülerini bile içinde göremez olur. Bence hiç bir anne baba yavrusunu, duygularından soymak istemez.
Artık kendimizi bir kenara bırakıp, onları aynalayalım. Duygularının aynasında dans etsinler. Boylarını poslarını, güzelliklerini, renklerini olduğu gibi görsünler.
Hatta sırf çocuklara değil, belki ülkece birbirimize bu aynalamayı daha çok yapsak, herkese bakıp kendi duygumuzu yansıtmasak da, onları aynalamayı becersek, her şey daha güzel olur.