@Pudra özel haberidir, izinsiz kullanılamaz.
27.01.2010
İf İstanbul 2010 programı - 2
İşte !f İstanbul AFM 9. Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde yer alan filmler ve detayları… Kaçırmayın!
Şubat ayının gelmesine her sinemaseveri sevindiren aktivite !f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali bu yıl 9.sunu düzenliyor. Birbirinden güzel yaklaşık 70 filmin yer aldığı festival programını sizlerle paylaşmak istedik. Filmler o kadar çok ve güzel ki, yazımızı iki dosya halinde sunuyoruz. Daha önceki yazımızda festivalin keşif, hit filmler, if kült, açılım ve dünyanın çivisi adlı bölümlerinde yer alan filmleri okumuştunuz. Henüz okumadıysanız burayı tıklayın.
Buradaki yazımıda ise erkeklik halleri, fantastik filmler, gökkuşağı filmleri, nöbetçi sinema, özel gösterim, sesli yaşam ve sessiz isyanlar bölümlerindeki filmlerin detaylarını bulacaksınız.
Filmlerinizi buradan seçtikten sonra, if İstanbul web sitesindeki gösterim çizelgesi üzerinden size uygun seansları belirledikten sonra mybilet.com’dan biletlerinizi alabilirsiniz! İstanbul için 29 – 31 Ocak, Ankara için 12 – 14 Şubat indirimli ön satış tarihleri ile belirlendi. İstanbul’da 1 Şubat, Ankara’da ise 15 Şubat’ta gişelerden bilet satışı başlayacak. Hafta içi gündüz seansları gnctrkcll’lilere özel “bir bilet alana bir bilet bedava” olacak. Gündüz seansları 5 TL olacağından gnctrkcll’liler 2,5 TL’ye filmleri izleyebilecekler.
Erkeklik Halleri
Bronson
“Benim adım Charles Bronson ve hayatım boyunca meşhur olmak istedim.” Bu sözler, sert erkek rollerinin unutulmaz oyuncusu için geçerli midir bilemiyoruz. Ama Bronson filminin ana karakteri olan Michael Peterson’ın alter egosu için son derece geçerli. Pusher üçlemesinden tanıdığımız Danimarkalı yönetmen Nicolas Winding Refn bu filminde, 34 yıldır hapiste olan ve bu sürenin çoğunu tecritte geçiren bir mahkumun, yani Peterson’ın hayatından yola çıkıyor. 1974 yılında, aklı havada 19 yaşında bir gençken soygundan hapse giren sosyopat dazlak, romantik anarşist Peterson’ı Tom Hardy canlandırıyor. Hapisten üç yıl içinde kurtulabilecekken, sürekli arıza çıkardığı için hem durmadan dayak yiyor hem de hapishane günleri gittikçe uzuyor. Film, Peterson’ın biyografisi olmaktan çok öte, otorite, nedensiz şiddet ve şöhret kültürü üzerine sert bir yorum… Sıkı bir dayak sahnesinin ortasında durup izleyiciyle konuşan, şarkı söyleyen ve kılık değiştirerek başkalarının rollerine bürünen bu şiddet tutkunu mahkuma ne sempati duymamız ne de onu yargılamamız bekleniyor. Puccini ve Pet Shop Boys’u harmanlayan müzikleriyle Bronson, bir tür şiddet operası.
Git Biberiye Al Gel
Geçtiğimiz yıl !f’te Soyulmanın Hazzı adlı filmleriyle bizi, neye üzüldüğümüzü tam anlamadan üzebilen Joshua ve Benny Safdie biraderler bir kez daha karşımızdalar. Ve yine, tüm hareketlerine tam olarak anlam veremediğimiz bir ana karakterle karşı karşıyayız. Esprili bir biçimde tasvir ettikleri bu kahramanlarına hem yakın, hem de uzak duruyor yönetmenler. Film, aylarca başıboş bir hayat süren 34 yaşındaki savruk ve sorumsuz Lenny’nin iki oğlunu okuldan almasıyla başlar. Zamanla, 7 ve 9 yaşlarındaki bu iki afacan çocukla birlikte kendi yaşını ve onların babası olduğunu unutan çocuk ruhlu Lenny’nin, boşanmış ve hayatını boşlamış bir adam olduğu anlaşılır. Bir sinemada makinist olarak çalışan Lenny, yılın bir kaç haftasını çocuklarıyla birlikte, kendi küçük ve derbeder stüdyo dairesinde geçirmektedir. Çocuklarının kısa süreli hayatına girmesiyle birlikte eski eşi, yeni sevgilisi ve tuhaf arkadaşları arasında Lenny iyice dağılmaya başlar. Kısacası film, bahanelerle sorumluluklar arasında gerilen, baba olmanın gerektirdiği durumlarla içinden çıkamadığı haller arasında yolunu bulamayan, yetişkinlikle çocukluk arasında kala kalmış olan bir adamın öyküsü.
Herkes Gibi
Herkes Gibi, bir aşk ilişkisinin içindeki gizli gerçekleri ustalıkla sunuyor ve ilişkinin kırılma noktalarını incelikle gözler önüne seriyor. Bu aşk ilişkisi de diğer bütün benzerleri gibi, sevgi ve saygı kadar iktidar ilişkilerini ve çözümsüzlük anlarını da içinde barındırıyor. Başlangıçta Chris’in ailesinin Sardinya’daki yazlığındayız; Chris ve Gitti ideal bir ilişki yaşıyor gibiler. Oynaşıyorlar, muhabbet ediyorlar, yine oynaşıyor ve yine sevişiyorlar. Gitti’nin fazla ilgi isteyen hali biraz sorunlu belki, ama enerjik, samimi ve farklı bir kadın. Chris ise zaman zaman içine kapansa da, Gitti’ye aşık olduğu kesin. Yönetmen Maren Ade, çiftin dünyasındaki kimisi dile getirilen, kimisiyse ifade edilemeyen türlü duygulara bizi tanık ettikçe, görünenin ardındakini sezmeye başlıyoruz; ilişkiye etki eden, gerçek dünyadan sızan bazı belirtileri. İzlerken insanın ideal çift imajını bir kenara bırakması gerekiyor; güvensiz bir erkeğin, talepkar bir kadının, “genç ve başarılı bir mimarın” ya da en basit bir deyişle parçalanmış egoların dünyasında öne çıkan yalanları ve sürtüşmeleri hazmetmek çok da kolay değil. Herkes Gibi’nin öyküsü kamera aracılığıyla yansıtılırken, içinde yaşadığımız dünya hallerinin hareketlerimize yansıdığı anları yakalıyoruz sanki. Bu yansımayla birlikte açığa çıkan şeyse, aşk ilişkilerinde, sınıf ve cinsiyet ilişkilerinin içinde boy veren iktidar ilişkileri ve “herkes gibi” yaşamaya çalışırken altında ezildiğimiz rekabet biçimleri.
Maymun
Krister bir trajediye uyanır. Üstü, başı, yer fayansları kana bulanmıştır ve bu kan kendisine ait değildir. Tükenmiş bir adamdır, ancak henüz bunun farkında değildir. Buraya nasıl geldi? Kan kime ait? Bunlar muamma. Ellerini yıkar ve bisikletle arabasını almaya gider. İşe geç kalır. O sırada annesi arar... Maymun’un dünyası işte böyle başlıyor. Çok yakında Krister gerçeklerle yüzleşecek ve kendi eylemleriyle hesaplaşmak zorunda kalacaktır... Seyirciyi neredeyse ana karakterinin kafasının içine yerleştiren film, erkeklik ve yabancılaşma gibi meselelere Dogma üslubuyla yaklaşıyor. Ruben Östlund (Involuntary) ve Tomas Alfredson (Let the Right One In) ile birlikte yeni kuşak İsveç sinemacılarından sayılan Ganslandt, Lukas Moodysson ve Roy Andersson’un karanlık dünyasına yakın bir genç yönetmen. Ganslandt bu filmdeki oyuncu yönetiminde Mike Leigh usulü emprovize bir çalışma tarzı benimsemiş; oyuncularına tüm senaryo ayrıntılarını vermek yerine belli sahnelerin duygusuna yoğunlaşmaları için genel bir izlenim çizmekle yetinmiş. Bu çalışmanın en güçlü yansıması başroldeki Olle Sarri’nin oyunculuğunda ortaya çıkıyor; Sarri, birden beliren öfke ve şiddet nöbetleri, tutuk duygusallığı, çalkantılı ve tıkanmış ilişkileriyle erkekliğin arızalarını yansıtan çok güçlü bir performans sergiliyor. Filmin konusu hakkında daha fazla bilgi vermek haksızlık olur. Zira beklenmedik iniş çıkışlarıyla, ani kırılma noktalarıyla Maymun, rahatsız edici bir ritimde ustaca bir gizem kuruyor.
Moral Bozukluğu ve 31
Moral Bozukluğu ve 31, gerçek anlamda şeyinin derdine düşmüş iki gencin öyküsü. İkisi de 25 yaşına gelmiş, ancak henüz bir kadınla beraber olmamış olan Ege ve Kerem bol bol mastürbasyon yaparak mutlu bir hayat yaşamaktadırlar. Ama bir gün, Eros çıkagelir ve iki genç adama, bir hafta içinde bir kadınla beraber olamazlarsa penislerini keseceğini söyler. Ege ve Kerem, acilen sevişebilmek için amansız bir mücadele içerisine girerler. Film, her şeyden önce doğallıyla öne çıkıyor; iddia üzerine sadece bir günde yapılan çekimler için oyunculara her sahnenin genel hissi tarif edilmiş ancak diyalogların doğaçlama gelişmesine izin verilmiş. İlk defa bir filmde oynayan başrollerdeki Ozan Özcan ve Deniz Alnıtemiz ise komik, naif ve çoğu zaman zavallı halleriyle, hafızalardan silinmeyecek yerli ‘Flight of the Conchords’ kıvamındalar bir nevi. Şimdiden kült olmaya aday filmin !f’teki bu dünya prömiyerini kaçırmayın deriz.
Pippa’ya Mektubum
Pippa’ya Mektubum bir yol filmi. Dünya barışı için beyaz gelinlik giyip Milano’dan otostopla yola çıkan Pippa Bacca’nın yolculuğu, Türkiye’de, Gebze Ballıkayalar’da uğradığı saldırıyla çok üzücü bir şekilde sonlanmıştı. Türkiye’nin siyasi liderleri, basını ve aydınları olayı kınarken, birçok insan da Türkiye’de binlerce kadının her gün tekrar tekrar maruz kaldığı şiddet olaylarına bu olaydaki kadar güçlü tepki verilmediği için öfkeliydi. Film, Bingöl Elmas’ın yine otostopla, ama bu sefer siyah bir gelinlikle, “Barış Gelini”nin yarım kalan yolculuğuna devam etmesini anlatıyor. Kameralı yolculuk, Pippa’nın son otostop yaptığı yerden başlayıp Suriye sınırında son buluyor. Türkiye yollarında maço kültürün ve şiddetin temsil biçimlerinin ve de temsilcilerinin izini süren Bingöl, erkeklere ait alanlarda, otobanlarda, ve kamyonlarda kadın olarak gezinip hiçbir tacize, tecavüze uğramadan var olabilmek, aynı zamanda da kamyon şoförleriyle Pippa’dan, tacizden, “erkeklikten” bahsetmek istemiş. Ortaya çıkan film, beklenebileceği üzere karanlık bir film değil; Bingöl Elmas film boyunca kızgın değil, asık suratlı değil, amacı birilerini azarlamak ya da birilerine ders vermek de değil. Her zaman samimi ve hatta zaman zaman esprili bir bakışla, hem olanları anlamaya çalışıyor, hem de olabilecekleri hayal ederek umuda selam gönderiyor.
Fantastik Filmler
Aşka Maruz
“Aradığın her şeyi bu apış arasında, kadınların bacaklarının arasında bulabilirsin”. “Bacak arası fotoğrafçılığı” üzerine aldığı derste ustası böyle söylüyor Yu’ya. Sürekli bir değişim halinde olan Japonya’da kadın külodu, bastırılan arzuların yarattığı gerilimin kültürel sembolüne dönüşmüş durumda. Yönetmen Sion Sono da, külodu ve obsesyonları alıp filminin merkezine yerleştiriyor; buradan da komedi, romans, melodram ve manga karışımı bir film ortaya çıkarıyor. Yu’nun annesinin ölümünden sonra, babası kendisini tamamen Hıristiyanlığa adayarak kefaret ve bastırma üzerine bir hayat kuruyor. Yu da, babasının sevgisini kazanabilmesinin tek yolunun günah işlemek olduğunu görüyor ve en büyük günahın cinsellikten geçtiğine karar vererek, “bacak arası fotoğrafçısı” olmaya karar veriyor. Biraz Uzakdoğu savaş sanatları eğitimi, biraz da şehvet üzerine popüler felsefe eğitimi ile bir tür şipşak bacak arası fotoğrafçısına dönüşüyor. Daha sonra kadraja iki kadın karakter dahil oluyor; Yu’nun kalbini çalıp ona ilk ereksiyonunu yaşatan Yoko ve babasını hadım etmiş psikopat Aya. Cinsiyet rollerini tersyüz eden bir romantik komedi, çizgi roman estetiğinde bir aksiyon, aile ilişkilerine dair bir kıssadan hisse… Aşka Maruz, bunların hepsini barındıran, bir moddan diğerine yumuşak bir şekilde süzülen dopdolu bir film. Yalnızca Japon sinemasının yapabileceği bir şekilde, şehvetin masum ve sapıkların şerefli olabileceğini gösteren bir film.
Darbe
Filme İngilizce ismini veren “rough cut”, film yapımında kullanılan bir terim; filmin son haline gelmesinden bir önceki aşama için kullanılıyor, yani ham görüntülerin bir araya getirildiği ama hala hareket akışının, sesinin, görsel efektlerinin düzenlenmediği versiyon. Bu ilk yönetmenlik denemesinde kendinden çok söz ettiren yönetmen Jang Hun, filminin isminde bu kavramdan esinleniyor. Film, hayatı şiddetin tam ortasında geçen ama aslında aktör olmak isteyen Gang-pae ile ünlü film yıldızı Soo-ta’nın hikayesine odaklanıyor. Ülkenin en büyük yıldızlarından biri olan Soo-ta, gözlerden uzak bir yaşam sürmek istese de peşinde bir paparazzi ordusuyla yaşamaktadır ve bu durum Soo-ta’nın giderek sinirlerini bozmaktadır. Yeni filminde gangster rolünü oynayan Soo-ta filmin kötü karakterini canlandıran oyuncuyu rolü gereği fena halde benzetince çekimler durmak zorunda kalır. Şans eseri Gang-pae ile tanışan Soo-ta, ondan filmde boşa çıkan bu rolü üstlenmesini rica eder. Hayalleri en sonunda gerçek olan Gang-pae’nin tek şartı vardır; filmin tüm dövüş sahneleri gerçek olacaktır. Soo-ta çaresizce bu teklifi kabul eder ve ikili bu büyük karşılaşma için kameraların önüne geçer. Çekimler devam ettikçe Gang-pae’nin tehlike dolu dünyası işin içine girer ve gerçek ile hayal arasındaki çizgi gitgide bulanıklaşır. Darbe, son zamanlarda Uzakdoğu’dan çıkan en dikkat çekici aksiyon filmlerinden biri.
Kemik Adam
Gündelik hayatın içindeki türlü gariplikleri ve karanlık yanları bulup çıkarmakta usta olan Coen Kardeşler’e Avusturya’dan akraba bir film! Wolf Haas’ın kitabından uyarlanan bu filmde yönetmen Wolfgang Murnberger, kara mizah türünde modern bir başyapıta imza atıyor. Sonu gelmeyen sürprizler, ironi yüklü diyaloglar, alaylı sosyal göndermelerle dolu film, hayattan fena halde bezmiş bir haciz memuru olan Brenner’in yolunun bir dağ köyüne düşmesiyle başlıyor. Arabasını haciz etmek için araştırdığı adam bir türlü bulunamayınca Brenner, bir otelde beklemeye karar verir ve aynı zamanda tavuk restoranı olarak işletilen tuhaf bir otel bulur. Brenner böylece, kendisini karmakarışık olaylar zincirinin içinde bulacaktır. Ukraynalı bir mafya örgütünden bir seri cinayet vakasına, yasak aşka ve hatta yamyamlığa kadar uzanan bu noir soslu hikaye, çok renkli ve son derece tuhaf karakterlerle dolu. Kıvrak zeka ürünü bu filmin final sahnesine vardığınızda, kendinizi biralarını yudumlayan köylülerle birlikte el çırparak “Life is Life” şarkısını söylerken bulmanız gayet mümkün.
Köpeğim Tulip
Yönetmenler Paul ve Sandra Fierlinger, sevgilerini salyalarından, sıvılarından, sıcaklıklarındanölçebileceğiniz, duygularını asla gizleyemeyen köpeklerin insanın en iyi arkadaşı olduğunu gösteriyorlar. İngiliz yazar J. R. Ackerley’nin 1956 yılında kaleme aldığı ve çoban köpeği Tulip’le 14 yıllık ilişkisini anlattığı anılarını animasyona dönüştürülen film, bir insanla bir köpeğin ilişkisinin derinliğini yansıtıyor. Christopher Plummer’ın seslendirdiği Ackerley, köpeğini mutlu edebilmek için taklalar atmaya hazır; “Sen benim kıçımı kokla. Ben de senin. İnsanlar gereksiz yere iffetli ve de sıkıcı” diyor. Köpek sahibi olmanın sıkıntılarını da insanın içini ısıtan bir şekilde anlatan filmin diğer ünlü sesleri arasında Lynn Redgrave ve Isabella Rosselini bulunuyor. Yönetmen, senarist ve animasyoncu Paul ve renklendirme görevini üstlenen Sandra’nın animasyon ve kısa film geçmişleri otuz yıl öncesine dayanıyor. Oscar adaylığı bulunan çift, bu ilk uzun metraj filmlerinde yeteneklerini yeni bir alana taşıyorlar. El çizimi dijital animasyonun İngilizlere has keskin mizah anlayışıyla birleştiği film, hem köpek sahiplerine hem de insanla köpek arasındaki ilişkiyi anlamakta güçlük çekenlere hitap ediyor. Köpeğim Tulip, sevgiyi yeniden tanımlarken, “sevginin bazen gerçekten de köpek gibi süründürdüğünü” de gösteriyor.
Red Riding-1974
Kült kitapları sinemaya uyarlamasıyla tanınan, Fear & Loathing in Las Vegas’ın beğenilen senaristi Tony Grisoni ortaya kolay kolay çözümlenemeyen bir seri çıkartmış. Bu serinin ilk filminde yönetmen koltuğuna ise, Great Expectations (1999), Becoming Jane/Aşkın Kitabı (2007) ve Brideshead Revisited (2008) filmleriyle dikkatleri üzerine çeken yetenekli sinemacı Julian Jarrold oturuyor. 1974 yılında, Yorkshire Post’un genç, kibirli ve heyecanlı muhabiri Eddie Dunford, küçük kızları öldüren bir seri katille ilgili ipuçları yakalamanın peşindedir. Eddie işin içine girdikçe, olayın sıradan bir seri katil vakası olmadığını anlar. Öldürülen kızlardan biri, bölgenin en güçlü iş adamlarından John Dawson’a ait bir arazide, işkence görmüş, tecavüze uğramış, boğulmuş ve sırtına iki kuğu kanadı iliştirilmiş şekilde bulununca, şüpheler Dawson’ın üzerine çekilir. Katilin izini süren Eddie’nin öldürülen kızlardan birinin annesi olan Paula ile yakınlaşması durumu iyice karıştık hale getirir. Üstelik Paula, gizemli bir sırra sahiptir. Bölge polisini ilişkileri ve gücü sayesinde parmağında oynatan Dawson, Eddie’nin araştırmasından rahatsız olunca, onun sesini kesmeye karar verir. Karachi Club’da karşılaşan iki adam, kendilerini bir kedi-fare oyununun ortasında bulur. Tansiyonu hiç düşmeyen film, karizmatik ve deneyimli oyuncular Sean Bean ve David Morrissey’in yanı sıra, son dönemin parlayan yıldızlarından Andrew Garfield ve Rebecca Hall ile de dikkat çekiyor.
Red Riding – 1980
Red Riding serisinin ikinci filmi, geçtiğimiz yıl !f İstanbul’un açılışında gösterilen ve büyük ilgi gören Teldeki Adam filminin yönetmeni James Marsh’a teslim edilmiş. Serinin yolculuğu bu kez 1980 yılına… Film, İngiltere suç tarihinin en korkunç vakalarından biri olan Yorkshire Ripper cinayetlerine ve polis teşkilatının içindeki yolsuzluklara odaklanıyor. Zamanında Karachi Club cinayetleri üzerine de çalışan, ancak karısının düşük yapması üzerine dosyayı bırakmak zorunda kalan polis memuru Peter Hunter, Yorkshire Ripper cinayetlerini araştırmakla görevlendirilir. Hunter, Karachi Club kurbanlardan biri olan Claire Strachan’ın ölümü ile Ripper cinayetleri arasında benzerlikler görür ve kızın gerçek katilinin, polise ifade verdikten sonra serbest bırakıldığından şüphelenir. Claire ile ilgili araştırmalar, onu polis memuru Bob Craven’a götürecek ve Hunter, şüphelerinin çok daha ötesinde korkunç bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Ünlü İngiliz aktör Paddy Considine, bu nefes kesen polisiyedeki Peter Hunter rolüyle çarpıcı bir performans sergiliyor.
Red Riding – 1983
Üçlemenin en hareketli bölümünün yönetmeni, 1998’de çektiği Hilary & Jackie ile olay yaratan Anand Tucker. Serinin ilk iki filminde arka planda yer alan karakterlerden Rahip Martin Laws, her şeyin ortaya döküldüğü bu son bölümün kilit ismi. Olayların başladığı 1974’ten itibaren 9 yıl geçmişken yine bir kız çocuğu ortadan kaybolmuştur. Dedektif Maurice Jobson, yıllar önce aynı şekilde kaybolan ve ölü bulunan Clare Kemplay dosyasını hatırlar ve iki olayı ilişkilendirecek ipuçları arar. Öte yandan, avukat John Piggott, çocuk cinayetlerinin zanlısı Michael Myshkin’in masumiyetine inanır ve bunu ispatlamak üzere araştırmalara başlar. Tüm bunlar bizi 1974 yılına geri götürecek, iş adamı John Dawson ile başlayan ve polis teşkilatına kadar uzanan suç zincirinin halkaları birer birer çözülmeye başlayacaktır. 1983 yılında geçen serinin son filmi, 1974 ve 1980’egeri dönüşlerle, üçlemenin ilk iki filminde ustaca gizlenen bir gizemi açığa çıkarıyor.
Vahşi Hayat
Brian De Palma’nın Öldüren Kadın’ındaki kısacık ama çarpıcı rolü ile hafızalarımıza kazınan ve zamanında Gucci’ye modellik bile yapan yazar, ressam, fotoğraf sanatçısı ve oyuncu Rie Rasmussen, esas çıkışını Luc Besson’un yönettiği Angel-A ile gerçekleştirmişti. Genç ve yetenekli sanatçı, oyunculukta gösterdiği başarıyı yönetmenlik koltuğuna oturduğu bu film ile kamera arkasına da taşıyor. Berlin Film Festivali’nde ilgiyle karşılanan ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi olan filmin aynı zamanda senaryosunu yazdı ve başrolü de üstlendi. Kosova’daki korkunç iç savaşı tüm dehşeti ile yaşayan yarı Arnavut yarı Sırp kökenli Adria, artık Marsilya’da kaçak göçmen olarak yaşamaktadır. Vahşi Hayat, Adria’nın Kosova ve Marsilya’daki hayatlarını paralel bir kurguyla ve doğrusal olmayan bir hikaye formuyla anlatıyor. Adria’nın iki farklı hayat arasında bir denge kurmaya çalışırken ve bir kadın olarak erkek egemen şiddetinin hükmündeki bu dünyada var olmaya çalışırken verdiği kendini bulma mücadelesini anlatan film, Avrupa’daki yeraltı dünyasından çarpıcı görüntüler sunuyor.
Gökkuşağı filmleri
Faro’ya
Melanie ve Jenny tanıştıklarından bir kaç dakika sonra birbirlerine aşık olmuşlardı. Ancak o sırada Jenny, Melanie’nin Miguel olduğunu sanıyordu. Melanie’nin amacı Jenny’i kandırmak değildi oysa. Kendini bildi bileli erkek gibi giyinen, konuşan ve gözüken Melanie arabasıyla giderken, cıvıl cıvıl Jenny arabasının önüne atlamıştı. Birlikte bir bara gittiler ve Melanie orada, birbirlerine duydukları çekimin etkisiyle, hayat boyu gizli gizli arzusunu duyduğu bir şeyi yaşamaya karar verdi. Gerekirse, bir süre için, kendisini Miguel olarak tanıtabilirdi. Yaşadıkları küçük kasabada bu karar, felakete davetiye çıkarmak anlamına gelse de Melanie her seferinde Jenny ile bir kez daha buluşmak için yanıp tutuşuyor, doğruyu bir türlü söyleyemiyordu. Faro’ya, tatlı bir aşk hikayesi, tüm saflıklarıyla ve samimiyetleriyle birbirlerini arzulayan ve birbirleri için fedakarlık yapmaya hazır iki genç kızın hikayesi. Bir yandan da bize içinde yaşadığımız muhafazakar dünyada böylesine kırılgan, gerçek ve saf insanların başına neler gelebileceğini düşündüren başarılı bir sinema örneği.
Gece Kuşları
Halen İngiliz sinemasının en gerçekçi gey filmlerinden biri olarak kabul edilen 1978 yapımı Gece Kuşları, Türkiye’de ilk kez, 30 yılı aşkın bir süre sonra ve yeni restore edilmiş kopyasıyla !f İstanbul kapsamında izleyiciyle buluşuyor. Film, Londra’da yaşayan sıradan bir coğrafya öğretmeninin ikili hayatına odaklanıyor. Jim, gündelik yaşamında ailesinden ve öğrencilerinden cinsel yaşamını bir sır gibi saklarken, geceleri şehrin gey barlarında “gerçek aşk”ı arar. Ancak bu konuda pek de başarılı olamaz; her gece başka biriyle yatağa girse de, yaşadığı bu ilişkiler bir kaç saatin ötesine geçemez bir türlü. Hayatında devamlılığı olan tek şey okuldaki işi ve kadın öğretmenlerden Judy ile olan arkadaşlığıdır. Akıllara kazınan elektronik müzikleri eşliğinde Gece Kuşları, büyük bir doğallıkla ve dönemine göre çok radikal bir şekilde gey yaşamları tasvir ediyor. Filmin senaristi Paul Hallam, şu anda İstanbul’da yaşıyor ve Hallam, filmin gösteriminin ardından izleyicilerle kısa bir söyleşi de gerçekleştirecek.
Grek Pete
Grek Pete, para kazanmanın yollarını ararken ve rüyalarının peşinden giderken Londra’ya varan Peter Pittaros’un yarı kurmaca yarı belgesel şok edici öyküsü. Zamanının neredeyse tamamını yeni keşfetmeye başladığı şehrin arka sokaklarındaki internet kafelerde geçiren Peter, gey’lerin kullandığı sanal sohbet odalarında “Grek Pete” rumuzuyla müşteri aramaya başlar. Bir yandan da izleyiciye, yani onu gölge gibi izleyen kameraya, çocukluğundan başlayarak anılarını anlatır. Film boyunca vücudunu olabildiğince sergilemekten kaçınmayan Pete, eskortluk yapan Kai isimli bir gençle tanışır. Kısa sürede yakınlaşan ikili, yaşadıkları tutkulu aşk ve yaptıkları iş arasında sıkışıp kalırlar. Yönetmen Andrew Haigh, belgesel stilindeki bu filminde doğaçlama bir ton tutturabilmek için, Londra’da eskortluk yapan gençlerle altı ay boyunca çalışmış. Film boyunca kamera, konusuna çok yakından, mahremiyet sınırlarını aşarak bakıyor. Los Angeles’ta gerçekleştirilen ‘Yılın Eskortu’ yarışmasına 40 bin aday arasından seçilen Pete’in uçak yolculuğu ve bu törende yaşadıkları filmin en vurucu anlarından.
Herkesin Yolu Kendine
Jessica, çok küçük yaşlardan beri kızlara ilgi duyduğunu bilmesine rağmen, lisedeki en iyi arkadaşı Trevor’la evlenmiştir. Trevor sadık, aklı başında ve sevgi dolu bir kocadır. Yakın bir zamanda, biraz da Jess’in ailesinin isteğiyle, çocuk yapmaya karar vermişlerdir. Casey ise, sürekli değişen kadınlarla aktif bir seks hayatı olan, gerçek aşka inanmayan, etkileyici bir kadındır. Farklılıklara açık bir arkadaş grubu ve onu olduğu gibi kabul eden bir ailesi vardır, onu kınayacaklarına dair en ufak bir korku taşımaz içinde. Jess, daha Casey ile tanıştığı gün büyülenir ondan. Gittikçe Casey ile daha çok zaman geçirmeye ve kocasından iyice uzaklaşmaya başladığında, hayatının kontrolünü de kaybetmeye başladığını hisseder. Bu arada Casey de hayatında bir ilki yaşamaktadır, aşık olmuştur ve Jess’ten daha fazlasını istemekten kendini alıkoyamaz. Herkesin Yolu Kendine, kendini tanımak, yolunu değiştirebilmek ve bunun için risk alabilmek üzerine bir film; aynı zamanda da aşk, arzu, cesaret ve güven üzerine.
Kardeşlik
Gece saatleri… Neo-Nazi Jimmy ve grubunun gerçekleştirdiği vahşi bir nefret saldırısına tanık oluyoruz; önce gey bir adamı parkın içine doğru çekiyor, sonra öldüresiye dövüyorlar. Gündüz… Bu sefer Çavuş Lars’ın ordudan atılışına tanık oluyoruz; çünkü Lars’a dair, altındaki askerlerden biriyle flört ettiğine dair suçlamalar var. Daha sonra, Jimmy ile Lars’ın yolları kesişiyor; Lars, ordudan atılmasının ve aşırı baskıcı annesinin etkisiyle, Jimmy’nin de üye olduğu Neo-Nazi grubun tanışma toplantısına katılıyor. Bu gruba katılmak yeni birisi için pek de kolay değil. Lars’a bu konuda yardım edense Jimmy oluyor; bir yandan ‘Kavgam’ gibi temel metinleri anlamasına yardımcı oluyor, bir yandan da onun güvenilirliğini ölçüyor. Jimmy ve Lars, grubun liderinin evini tamir etmekle görevlendirilip kumsaldaki evde birlikte yaşamaya başladıklarında, hiç beklenmedik bir şekilde, aralarında tutkulu bir aşk doğar. Kardeşlik, hem güçlü tutkulara ve özgür aşka dair bir film; hem de Neo-faşist bir grubun iç işleyişinin gerçekçi bir öyküsü. Ustaca yönetilmiş ve mükemmel oyunculuklarla kotarılmış hem hüzünlü, hem de seksi bir film.
Nöbetçi Sinema
Ölükız
Zombi filmleri 70’lerden, 80’lerden beri uzun bir yol aldı; özellikle son dönemde türün sınırlarını zorlayan çeşitlemeleri peş peşe izliyoruz. Ölükız da türün bu yolculuğuna oldukça orijinal bir katkı. Filmin başlarında, iki yeniyetme Rickie ve JT, okulu asarak terk edilmiş bir akıl hastanesine giderler ve hastanenin bodrum katında gizemli bir oda keşfederler. Odaya girdiklerinde bir sandalyeye zincirlenmiş, plastik bir torbaya sarılmış halde bir kız görürler. İki arkadaş bu kızla ne yapacaklarına karar vermeye çalışırken kendilerini ciddi bir tartışmanın içinde bulurlar ve sonunda bir tanesi kıza sahip olmak ister. Bu karar kısa zamanda periyodik tecavüzlere dönüşecektir. Rickie ve JT bir süre sonra kızın aslında yaşayan bir ölü olduğunu ve asla öldürülemeyeceğini bizzat deneyimleyerek anladıktan sonra, aralarındaki bu korkunç sır artık ikisinin taşıyabileceğinden daha ağır hale gelir. Genç yönetmenler Marcel Sarmiento ve Gadi Harel’in yönettiği gerilim yüklü, gerçekçi ve de kanlı film Ölükız, birçok festivalde gösterildi ve “erkeklik” meselesini bu kadar özgün bir hikaye ile sorguladığı için yenilikçi bulundu.
Ölümcül Kar
Sinema tarihinde uzun bir mazisi olan Naziler, bu sefer ölümcül birer zombi olarak karşımızdalar! Bu son derece tuhaf ve eğlenceli korku filminde kilolarca kan, havada uçan uzuvlar, Nazi üniformalı korkunç zombiler, kayak tatiline çıkmış bir grup heyecanlı tıp öğrencisi, taramalı tüfekler, elektrikli testereler mevcut. Kahkahalarımızla çığlıklarımızı iç içe geçiren bu korku-komedi filmde Norveç’li genç yönetmen Tommy Wirkola, her iki türün hakkını da sonuna kadar veriyor. Bir grup genç, tatil yapmak üzere yola çıktıklarında, karanlık tarihin sayfalarına adım attıklarından habersizdirler. Tatil için seçtikleri bölge, İkinci Dünya Savaşı sırasında herkese korku salan komutan Herzog yönetimindeki bir grup Nazi tarafından işgal edilmiştir. Üç yıl boyunca süren bu işgal altında her türlü dehşeti yaşayan insanlar sonunda, savaşın sonu yaklaşırken, Nazileri öldürürler. Komutan Herzog’un da aralarında olduğu bir grup Nazi ise kaçmayı başarıp dağlara sığınınca, soğuktan donarak ölürler. Yıllar sonra bölgeye tatile gelen bir grup genç istemeden de olsa bu şeytani gücü yeniden harekete geçirir. Kana susamış kalabalık bir zombi ordusu ile karşı karşıya kalan Vegard ve arkadaşları hayatta kalabilmek için kıyasıya bir ölüm kalım savaşına girerler. Bir gün zombi filmleri antolojisi yapılacak olursa, bu antolojide Ölümcül Kar’ın özel bir yeri olacağı kesin.
Özel gösterim
FİLM: bir kadın, bir silah
Toplama görüntülerden film yapma üstadı, mimar, müzisyen, sinemacı Gustav Deutsch, modern bir yaratılış efsanesi anlatmak üzere kolları sıvarken, aynı zamanda sinema için bir tür anı defteri de oluşturuyor. Dünyanın her yerinde film arşivi avcılığı yaparken, çoktan unutulmuş film materyallerini yepyeni anlamlar yüklemek üzere gün ışığına çıkarıyor. Topladığı birbirine benzemez bir dolu malzemeyi birbirine örerken, artık her bir film parçası üretildiği andaki anlamından, niyetinden kopup yepyeni bir bütünün parçası haline geliyor. Sinemanın ilk elli yılından toplanmış kimi erotik, kimi bilimsel film parçaları; kurmaca filmlerden, doğa belgesellerinden, haber görüntülerinden alınmış bir dizi imge… Zaman zaman Hesiod, Eflatun ve Sappho’ya ait antik Yunan metinlerinden pasajların eşliğinde yönetmen kendine has kurgu, ses ve renk tekniğiyle şiirsel bir yol takip ediyor. Beş ana başlıkta, evrenin doğal ve mitolojik düzenine ait görsel öyküler oluşturuyor ve yaratılış, doğa, cinsellik, ölüm, yıkım gibi geçmişi insanlık kadar eski olan, her çağda insanın karşısında bulduğu temalar üzerine bir tür meditasyona sürüklüyor.
Sesli Yaşam
Acid Denen Şey
1980’lerin sonlarına doğru Londra siyasi, ekonomik ve kültürel olarak çöküntüde bir kent gibiydi. Chicago ve Detroit’in hemen ardından bu sıkıntılı ortama sıçrayan Acid House akımı, sanki bir kibrit çakmış gibi Londra’yı birden alevlendirerek hareketlendirdi. Acid yalnızca yeni gelişmekte olan bir müzik türü değil, aynı zamanda kültürel bir devrim niteliğindeydi. Gordon Mason’ın 10 sene boyunca biriktirdiği röportaj, konser kaydı ve görüntülerden oluşan belgesel, Acid House kültürünü dönemin pek çok DJ ve organizatörünün ağzından hem en yüksek anları, hem de sıkıntılarıyla birlikte resmediyor. Birdenbire çığ gibi büyüyen bu hareket, boyalı basının çabalarıyla uyuşturucu kullanımıyla damgalanıyor ve sonucunda da Acid House hareketi polis tarafından ağır baskıya maruz kalıyor; partiler yasaklanıp baskınlar düzenleniyor. Ama yine de, Acid House yayılmaya devam ediyor ve “iktidarın deviremediği bir kültür” olarak anılıyor. Acid Denen Şey filminde, Larry Heard, Marshall Jefferson, Noel Watson, Colin Faver, Mark Moor, Paul Oakenfold, Mike Pichering ve daha pek çok Acid House’çunun ağzından düzinelerce efsanevi hikayeye tanık oluyoruz. Eddie Richards’ın, nam-ı diğer DJ Evil’ın derlediği soundtrack ise, elektronik müzik tutkunlarının coşkusunu pompalıyor.
Akıldışı
Hole ve Smashing Pumpkins gruplarının ünlü basçısı Melissa Auf der Maur tarafından geliştirilen ve Tony Stone tarafından yönetilen film, bu sene görebileceğiniz en özgün işlerden biri. His olarak David Lynch’i andıran 28 dakikalık film, üç farklı zaman diliminde geçiyor; onları birbirlerine bağlayan ise, kan. Ana ekseninde bir kadın (Auf der Maur) ve arabası var; kadının tuhaf bir ritüeli ile açılan film, izleyiciyi daha sonra aynı ormanın içinde paralel evrenlere fırlatıyor. Bu fantastik ve zamanlararası yolculukta bir Viking’in kalbi, araba çarpışması ve kökünden koparılırken kanayan ağaçlar tuhaf bir şekilde birleşiyorlar. Diyalog yerine müziği tercih eden film bir nevi post-rock senfonisi. Akıl Dışı’na düz bir hikayeye değil, içine girilecek bir deneyim gibi bakılması doğru olur. Sizi her yanınızdan saran, görsel ve müzikal bir yolculuktan söz ediyoruz.
All Tomorrow’s Parties
Müzik tutkunları, İngiltere ve Amerika’daki sezonu kapatmış tatil köylerinde düzenlenen ve on yıldır devam eden yenilikçi ve kült müzik festivali ‘All Tomorrow’s Parties’i duymuşlardır. Festivalle aynı ismi taşıyan film ise, çeşitli yönetmenlerin, müzisyenlerin ve fanların Super 8, dijital kamera ya da cep telefonu gibi her türden amatör ya da profesyonel makineyle çektikleri görüntüleri bir araya getirerek, bu ilham verici festivalin ruhunu kendine özgü bir şekilde yansıtmayı hedefliyor. Bu sıradışı ortak çalışmada yönetmen Jonathan Caouette orkestra şefi rolüne soyunurken, 200 profesyonel ve amatör fotoğrafçı da filmin ‘All Tomorrow’s People’ ekibini oluşturuyor. ‘All Tomorrow’s Parties’in diğer müzik festivallerinden en büyük farkı, her sene için belirlenen tanınmış grup ya da sanatçıların festival programını yaratmasında yatıyor. 1999 yılındaki ilk küratörlüğü Mogwai’ye veren festival, bu geleneğini devam ettirerek farklı müzik türlerinden efsanevi isimlerle deneysel sanatçıları bir araya getiriyor. Film, çoğu kez parçalara ayırdığı kadrajlarında on yıllık festival görüntülerini harmanlıyor ve Patti Smith, Grinderman, Portishead, Iggy Pop gibi farklı isimleri izlediğiniz uzun bir haftasonu yaşadığınız izlenimi yaratıyor. Festivalin ve filmin ruhunu en güzel yapımcı Luke Morris özetliyor: “Jonathan Caouette de, filmi de, festivalin ruhuyla ortak bir yan taşıyor; bu bağımsız ruh ve insanın içine işleyen müzikler festivalin ortamını en iyi şekilde yansıtıyor”.
Contakt
Geçen yıl, efsanevi Berlinli plak şirketi Minus onuncu yılını ‘Contakt’ ile kutladı. Şirketin en iyi DJ’lerini ve müthiş performanslarıyla çeşitli müzisyenleri doğaçlama bir akışta bir araya getiren, görsel olarak da çok etkileyici bir gösteriydi ‘Contakt’. Bu belgesel de, bizi ‘Contakt’ın yolculuğuna çıkarıyor; geleneksel elektronik müzik anlayışını değiştirmeye kalkışan deli, tutkulu ve gözü bu tutkudan öte bir şey görmeyen bir grup insanı bize, sahne arkasının samimiyetiyle tanıtıyor. Sanatçıların, onların dostlarının ve sahne arkasında çalışanların anlattıklarıyla beslenen belgesel, turun iyi ve kötü anlarının; zaferlerinin ve felaket denebilecek olaylarının saklı gizli tanımayan bir dökümü. Böylesine büyük bir performansa kalkışmanın ve elektronik hareketi ileri taşımaya soyunmanın ne anlama geldiğini ortaya koyan bir belgesel. Detroit’den Amsterdam’a, Sonar’daki inanılmaz bir geceden Tokyo’da unutulmaz bir finale; dünyanın farklı kentlerinde insanları kendilerinden geçirebilmiş bu performansı, müziğiyle ve görselleriyle takip etmek büyük bir keyif. Yaratıcı enerjileri ve cool duruşlarıyla, hem görsel hem işitsel olarak güçlü bir ruh taşıyan bu performansı beraberce hayata geçiren bu çok özel insanlarla tanışmak ise son derece ilham verici.
Jah’ya Tutunmak
Jah’ya Tutunmak Jamaika’nın, reggae müziğinin ve Rasta hareketinin tarihini aktarırken, Marcus Garvey ve Etiyopya’nın 225. İmparatoru Haile Selassie’nın bu akımın gelişmesinde oynadığı kritik role de ışık tutuyor. Reggae, Rasta’ların ve onlardan da öte tüm Jamaikalıların tarihinin ve mücadelesinin duyulabileceği bir müziktir. Derin inançlarından güç alarak yıllar içerisinde pek çok zorluğu atlatan, kimisi aramızda ayrılmış büyük Reggae müzisyenleriyle yapılan röportajlar, bir tür kolektif bellek kuruyor. Rastafarian’ların hikayesi, aynı zamanda polis vahşetinin, hapishanelerde tüketilen ömürlerin, yoksulluk ve fiziksel şiddetin de hikayesi. Eşleri, aileleri ve dostları kendilerinden uzaklaşırken; toplumsal olarak dışlanırlarken, her şeye rağmen inançlarını yaşatan insanların öyküsünü anlatıyor bu film. Rasta ideolojisinin ada müziği ve Afrika ritimleriyle nasıl harmanlandığını ve Bob Marley, The Congos, Israel Vibration, Culture gibi müzisyenlerin şarkılarının “Rastaman titreşimini” dünyaya nasıl yaydığını anlatıyor. Film, izleyicileri Rasta hareketinin kalbine götürüyor ve bize, çok büyük engellerin içinden bir kurtuluş mesajının nasıl doğduğunu anlatıyor.
Sessiz isyankar
Antoine
Antoine adlı, altı yaşındaki kör bir çocuğun öyküsünü anlattığı filminde Laura Bari, Antoine’ın yetişkinlerin boğucu dünyasında sürüp giden yaşamını takip etmek yerine, bir çocuğun uçsuz bucaksız renklilikteki hayal gücüne odaklanarak oldukça zor bir işi üstleniyor. Yakın plan çekimler ve Antoine’ın yüzünden ayrılmayan alt açılar, seyirciyi bir çocuğun gözünden dünyaya bakmaya çağırıyor, tabii Antoine için bir sesler dünyası bu… Filmde Antoine, sakin bir ses tonuyla, oksijen yetersizliğinden ötürü prematüre doğuşunu ve retinalarının nasıl aktığını anlatır bize. Bu “gerçek yaşam öyküleri”nin ardından, “kurgusal yaşam öyküleri” gelir ve böylece Antoine, kimi zaman keskin gözlü bir dedektif, kimi zaman meraklı bir gazeteci, kimi zaman da muzip bir radyo sunucusu ya da kendi eksikliklerinin farkında olan hassas bir çocuk olarak çıkar karşımıza.
Balık Adam
Sundance ödüllü Balık Adam, Slovenya’nın dünyaca ünlü yüzücüsü, uzun mesafe yüzme rekortmeni Martin Strel’in Amazon Nehri’ni yüzerek geçişini anlatıyor. Strel, daha önce Tuna Nehri ve Mississippi Nehri gibi nehirleri de, çevre kirliliğine dikkat çekmek için yüzerek kat etmiş bir yüzücü. Film, Martin Strel’in oğlu, aynı zamanda A’dan Z’ye tüm işlerine bakan kişisel asistanı Borut Strel’in gözünden çiziyor büyük yüzücünün portesini. Bu portrede, yüzücülük dışında, aksiyon filmlerinde figürasyonluk da var, gitar hocalığı da. Mütevazi ve samimi tavrıyla sadece Slovenya’da değil tüm dünyada çok sayıda kişinin kalbini kazanmış bir kişilik… 2007’de, en tehlikeli nehir olarak bilinen Amazon’u yüzerek geçen ilk insan olmaya karar veriyor ve bu kararı büyük ses getiriyor. Martin aylarca uzun uzun ve titizlikle hazırlanırken bir yandan onuruna düzenlenen partilerde diplomasi dünyasının önde gelen isimleriyle kadeh tokuşturuyor. Tek amacı ise, son yıllarda yaşanan iklim değişikliğinin ve denetimsiz gelişimin Yağmur Ormanları’na nasıl bir zarar verdiğini gündeme getirmek. Yaklaşık 3300 mil sürecek bu korkulu yolculuk sırasında Martin’i kirlenmiş bir nehir, vahşi hayvanlar, ileri derece güneş yanıkları, uykusuzluk, aşırı yorgunluk ve sinir krizleri beklemektedir. Maringouin, rekortmen yüzücünün bu deneyimini komedi, dram ve macerayla iç içe geçirerek izlemesi son
derece keyifli bir filme imza atmış.
ITO – Bir Şehir Rahibinin Günlüğü
ITO - Bir Şehir Rahibinin Günlüğü, günümüz dünyasına dair bir yalnızlık hikayesi, kahraman ise hayattaki misyonunu ve yolunu arayan Budist bir rahip. Tokyo’yu bir keşişin kentsel deneyimi üzerinden, onun varoluşsal yalnızlığının gözünden sunan belgesel, varoluş üzerine, olgunlaşmak üzerine bir şiir gibi. Tamamı gece çekimlerinden oluşan ve genel olarak durağan kamera kullanılan film, bir tür sükûnet ve
arayış hissi kuruyor. Fujioka’nın hayatın anlamına dönük tutkulu arayışı, rüyalarla ve günah çıkarmalarla iç içe geçiyor. Bu günah çıkarmaların mekanı bazen bir kadın hapishanesi, bazen bir geyşa evi, bazen de Fujioka’nın Tokyo’nun merkezinde açtığı bar olabiliyor. Evet, Fujioka bir tapınağa ait olmak yerine bir bar açmayı ve bildiklerini oradaki müşterilerine öğretmeyi tercih etmiş. ITO - Bir Şehir Rahibinin Günlüğü, Melankoli’nin 3 Odası’nın yönetmeninin yeni belgeseli; insan zihnine, anılarına ve kendi dışımızda olduğunu farz ettiğimiz her şeye - yani dünyaya- dair güçlü sözleri olan bir belgesel.
Yeni Müslüman - Cool
Puerto Riko asıllı Amerikalı Hamza Perez uyuşturucu satan, çete üyesi hızlı bir gençken rüyasında 21 yaşında öleceğini görmüş. “Bir bakıma gerçekleşti” diyor filmde. Zira Perez 21 yaşındayken, mahallesine gelen Müslüman abilerle tanışıp İslam’ı benimsiyor ve önceki hayatına kapıyı kapatarak kendini inanç doğrultusunda yaşamaya adıyor. Onunla tanıştığımızda dini içerikli hip-hop yapan, camiada sevilen bir müzisyen. Kendisi gibi bir grup Müslümanla birlikte Pittsburgh şehrine yerleşerek uyuşturucu ve sefaletin kol gezdiği fakir mahallelerde Müslümanlığın elçiliğini yapıyor. Arka planda 9/11 sonrası Amerika’nın Müslümanlara karşı aldığı genel tavır var; bütün Müslümanlara şüpheli gözle bakılan bir dönem; FBI herhangi bir bahaneyle Cuma namazı kılan grubun evini basıyor örneğin, sokağa evi 24 saat izleyen polis kameraları yerleştiriliyor. Bu arada Hamza, kendisine internet üzerinden bir eş buluyor ve iyi bir eş, iyi bir baba olmaya niyetleniyor. Bir yandan da hapishanede farklı inançlara sahip mahkumlara ders vermeye başlıyor. Böylece Hamza’nın yavaş yavaş olgunlaşmasına tanık oluyoruz. Öfkenin yerini anlama çabası alıyor, insanlığın kardeşliğinden bahsetmeye başlıyor. Kendisindeki dönüşümü anlatırken “Karşıma çıkan her insanı Allah’a yakınlaşmam için bir fırsat olarak görüyorum,” diyor. Musevi bir kadınla dinlerarası bir şiir projesine girişiyorlar. Resmi makamlar sudan bir sebeple onu hapishane işinden uzaklaştırdığında bile öfkelenmeden hukuki mücadeleye girerek çözüm arıyor. Karizmatik, hassas ve dürüst duruşuyla Hamza her gün inanç pratiğine derinlik katıyor, Yeni Müslüman – Cool da sizi bu süreci paylaşmaya davet ediyor.
Yüreğimdeki Diken
Nev-i şahsına münhasır yönetmen Michel Gondry’nin eşsiz görsel numaralarla yüklü filmleri, oyunbazlıklarının yanı sıra, ruhumuzun derinliklerindeki en karanlık korkuları çok yumuşak bir şekilde ortaya çıkarmakta da son derece yeteneklidirler. Yüreğimdeki Diken’de sinema sihirbazı Gondry, yerini tamamen bu insan odaklı Gondry’ye bırakıyor ve yönetmen, kamerasını kendi ailesine çeviriyor. Film, ailede herkesin çok sevdiği, bu yüzden de ailenin “kadın reisi” sayılan Suzette teyze üzerine kurulu. Suzette, 1952–1986 seneleri arasında Fransa’nın ücra köylerinde, çok zor koşullarda öğretmen olarak görev yapmış güçlü, dediğim dedik, özel bir insan. Gondry, Suzette teyzesiyle beraber yola düşüp onun çalıştığı eski okulları ziyaret ediyor. Okulların kimisi hala ayaktayken, kimisi yok olmuş veya ev olarak kullanılmaya başlamış. Suzette yol boyunca, hala hayatta olan eski meslektaşları, öğrencileri ve velileriyle tekrar buluşmanın heyecanını ve hüznünü yaşıyor; bu eski tanıdıkların arasında mülteci kampında öğretmenlik yaparken tanıştığı Cezayirliler de var mesela. Bu yolculuk devam ettikçe, ilk başta arka planda kalan bir başka hikaye de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar: Suzette’in, onun gölgesinde yetişmiş gey oğlu Jean-Yves’le olan garip ilişkisi… Suzette ondan bahsederken, “yüreğimdeki diken” ifadesini kullanıyor. Gondry, bu duygulu, hareketli ve düşündürücü portreyi çizebilmek için, geçmişte Jean-Yves tarafından çekilen Super-8 aile video’larını da filmine katıyor. Film bir yandan Suzette’in güçlü kişiliğinin ayrıntılarına ve onun başarılarına dönük büyük bir sevgiyle örülü, ama bir yandan da, her ailenin içinde sakladığı acımasız ve trajik sırları da ortaya sermekten çekinmiyor. Bu ikisini bir arada yapabilmekse Gondry’nin dehası.
İf İstanbul 2010 programı'nın birinci bölümüne ulaşmak için tıklayınız...
Etiket:
if istanbul afm 9. uluslararası bağımsız filmler festivali,
film festivali,
sinema,
şubat ayı filmler,
şubatta sinema,
afm sineması,
film gösterimi,
devamı...
if istanbul, if istanbul 2010, if istanbul biletleri, if istanbul filmlerinden fotoğraflar, is istanbul filmlerinden kareler, f istanbul gösterimleri, if istanbul programı, ödüllü filmler, sinema festivali