@Pudra özel haberidir, izinsiz kullanılamaz.
27.01.2010
İf İstanbul 2010 programı - 1
İşte !f İstanbul AFM 9. Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde yer alan filmler ve detayları… Kaçırmayın!
Şubat ayının gelmesine her sinemaseveri sevindiren aktivite !f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali bu yıl 9.sunu düzenliyor. Birbirinden güzel yaklaşık 70 filmin yer aldığı festival programını sizlerle paylaşmak istedik. Filmler o kadar çok ve güzel ki, yazımızı iki dosya halinde sunuyoruz. Burada festivalin keşif, hit filmler, if kült, açılım ve dünyanın çivisi adlı bölümlerinde yer alan filmler bulacaksınız.
Erkeklik halleri, fantastik filmler, gökkuşağı filmleri, nöbetçi sinema, özel gösterim, sesli yaşam ve sessiz isyanlar bölümlerindeki filmlerin detayları için ise burayı tıklayın.
Filmlerinizi buradan seçtikten sonra, if İstanbul web sitesindeki gösterim çizelgesi üzerinden size uygun seansları belirledikten sonramybilet.com’dan biletlerinizi alabilirsiniz! İstanbul için 29 – 31 Ocak, Ankara için 12 – 14 Şubat indirimli ön satış tarihleri ile belirlendi. İstanbul’da 1 Şubat, Ankara’da ise 15 Şubat’ta gişelerden bilet satışı başlayacak. Hafta içi gündüz seansları gnctrkcll’lilere özel “bir biletalana bir bilet bedava” olacak. Gündüz seansları 5 TL olacağından gnctrkcll’liler 2,5 TL’ye filmleri izleyebilecekler.
Keşif
40
Diyelim önünüze pat diye bir çanta dolusu para düştü. Talih kuşu mu? Dualarınız kabul mü oldu? Bir çeşit yazgı mı? Yoksa hepsi birden mi? İstanbul’un dolambaçlı sokaklarında geçen 40 işte bu soruların yanıtlarını arıyor. 12 milyon nüfuslu kentte birbirini tanımayan üç kişi kendilerine bir yol bulmaya çalışırlarken bir çantanın -ve birbirlerinin- peşine düşerler. Metin, Doğu’daki köyünün korku dolu dünyasından büyük kente kapağı atmıştır; bir yandan taksi şoförlüğü yaparken bir yandan da sosyeteye uyuşturucu kuryeliği yaparak geçinmektedir. Ona sorarsanız, lanetlidir. Nijeryalı Godwill ise, tam tersine, Tanrı’nın seçilmiş kulu olduğuna inanmaktadır; Tarlabaşı’nda çalışarak para biriktirmekte, kaçak gideceği Paris’te biricik aşkına gönlünü açacağı günü beklemektedir. Sevda ise hayatta yerini bulamamış, ama aramaktan usanmamış İstanbullu genç bir kadındır. Budizm’i denemiş olmamış, Hıristiyanlığı denemiş olmamış, tasavvufa dalmış ama gene olmamış. Şimdi doğru yönü bulmak için nümerolojiden, yani sayılar biliminden medet umuyor. 40 filminde işte bu üç karakterle birlikte Kasım ayının fırtınalı birkaç gününde İstanbul’un karmaşık sokaklarında gelişen garip olayların peşinden koşuyoruz. Sanki bir güç onları mıknatıs gibi çekmiş ve yazgılarını birbirine bağlamış gibi. Ve her şey olup bittikten sonra tüm yargılarımız tartışmaya açılıyor:
Sayıların kutsallığı, inanç, kader ve talihin ta kendisi!
Beyaz Şimşek
Reklam yönetmenliğinden sinemaya geçiş yapan İngiliz yönetmen Dominic Murphy, kamerasını West Virginia’daki Appalachian Dağları’nın eteklerine taşıyor ve “kanundışı dansçı” Jesco White’ın hayatını yeniden kurguluyor. Kendine özgü yerel dans gösterileri ve sefalet dolu geçmişiyle yakın zamanda postmodern bir ikona dönüşen ‘dağların dansçısı’ Jesco, Murphy’nin sert objektifiyle, delilik yolunda ilerleyen kurgusal bir rock yıldızına dönüşüyor. Film, tüm vaktini çakmak gazı çekerek geçiren on yaşındaki Jesco ile başlıyor ve sonrasında da Jesco’nun toplama kamplarını aratmayan ıslahevlerinde, akıl hastanelerinde süren yolculuğunu aktarıyor. Jesco’nun, her türlü uyuşturucuyla beslenen mutsuz bir hayattan tek kurtuluşu, yerel dansçı olan babası D. Ray’den öğrendiği “dağ dansı” oluyor ve step dansını andıran bu garip yeteneğiyle sefil barlarda sahneye çıkmaya başlıyor. “Hayatım hem bir partiydi... hem bir şaka... hem de trajedi,” diyen Jesco, yolda tanıştığı Cilla’yla sorunlu ama tutkulu bir ilişkinin içinde buluyor kendini. Jesco ve Cilla, zamanla Johnny ve June’un bulanık bir kopyasına dönüşüyorlar; alkol ve uyuşturucu bağımlılıkları, gözü kara halleri, dansları ve kendilerini izleyen Elvis’in hayaleti… Meleksi yüzüyle Edward Hogg, Jesco’nun bu en son portresine bir tür masumiyet, bir kırılganlık katıyor. Cilla rolündeki Carrie Fisher ise, çok çok uzak bir diyarda aşık bir savaşçıya dönüşüyor yeniden.
Burada
Burada, “burada” olmak; “burada” olmayı seçmiş olmak üzerine bir film. Yaşamak ve yaşadıklarını hatırlamak, film yapmak ve yaptığın filmleri seyretmek üzerine incelikli ve güçlü sorular soruyor. Film, kendi hakikatine ulaşmaya çalışan orta yaşlı He Zhizyuan’ın hikayesini anlatıyor. Bir gün aniden televizyon açılır, He Zhiyuan’ın zihnine bir şeyler olur ve bir sonraki anda karısının cesedini mutfakta yerde yatarken bulur. Karısının ölümüne kadar olan olaylar tek tek bir film gibi gözünün önünden geçmeye başlar... Konuşma istemini tamamen yitiren He Zhiyuan, bir akıl hastanesine kaldırılır. Zamanla hastane hayatına alışmaya başlar ve kleptoman Beatrice ile aralarında güçlü bir bağ oluşur. Bir süre sonra, doktorlar He Zhiyuan’ın üzerinde deneysel bir tedaviye başlarlar. Videokürü adını verdikleri bu tedavi için hastanın, geçmişindeki önemli bir anı tekrar yaşaması, o anın filme çekilmesi, hastayla birlikte kurgulanması ve hastaya izletilmesi
gerekmektedir. Tam bu sırada, bir film yönetmeni çıkıp gelir ve hastanedeki çalışanları ve hastaları çekmek ister… Eski bir akıl hastanesinde çekilen film, geçmişte bu hastanede yaşanmış olabilecekleri aktarıyor gibi. Ama Burada, aynı zamanda bir aşk hikayesi; hipnoz eden bir dinginlik veren, melankolik bir hayal yaşatan bir sanat eseri.
El Yordamıyla
Telefon seksinin beylik açılış sorusu olan “Üzerinde Ne Var?”, GQ dergisinde yayınlanan bir makalenin başlığına yerleşti ve bu makale Alvarez’in senaryosunun da ilham kaynağı oldu. Sosyal ilişkileri son derece zayıf olan genç yazar Davy Mitchell ve baskın karakterli ağabeyi Sean, Davy’nin henüz yayınlanmamış kitabını tanıtım amacıyla New Mexico’nun küçük kasabalarını turlamaya karar verirler. Uyumsuz karakterlere sahip iki kardeşin arasındaki gerilim yolculuk boyunca giderek artarken ve bu durum, içine kapanık Davy’yi iyice yalnızlaştırırken, bir gün Davy’nin otel odasındaki telefonu çalar. Bu esrarengiz telefon, Davy’nin hayatında ani bir değişime neden olur. Hattın diğer ucundaki çekici sesin sahibi Nicole, telefonda sevişmeyi teklif ederek Davy’nin hayatında sürpriz gelişmelerin önünü açar. Günler geçip bu konuşmalar yoğunlaşıp derinleştikçe, Davy kendini Nicole’e kaptırır. Brian Geraghty’nin olağanüstü oyunculuğuyla damgasını vurduğu film, erkekliğin basmakalıp normlarını altüst ederken, mizahı da duygusallığı da hiç elden bırakmıyor.
Kış Sessizliği
Video sanatçısı Sonja Wyss bu ilk uzun metraj çalışmasında, unutulmaz görüntüler ve yaratıcı ses tasarımıyla deneysel bir film sunuyor. Kış Sessizliği, İsviçre’nin karlı dağlarının arasına sıkışmış küçük bir köydeki kulübelerinde yaşayan bir ailenin masalsı öyküsünü anlatıyor. Evin erkeği ölüyor ve geride kalan karısıyla dört kızı, uykuyla uyanıklık arasında geçen uzun bir yas dönemine giriyorlar. Film, Katolik yaşamını,
gizemli geyik adamlar, baykuşlar ve vadileri kuşlarla dolduran küçük kızlardan oluşan mitolojik motiflerle ve obsesyonlarla iç içe anlatıyor. “Bazıları rüyaların rüya olarak kalmasının, gerçeğe dönüşmemesinin daha iyi olduğunu söyler. Ben buna inanmıyorum,” diyor Wyss filmini anlatırken. Daha önceki video çalışmalarında kullandığı deneysel anlatımını Kış Sessizliği’ne de yansıtan Wyss, Hollanda’da En İyi Ses Ödülü alan filminde söze çok az yer veriyor ve bir tür sessizlik illüzyonu yaratan alışılmamış bir ses tasarımı kuruyor. Dört kadının senkronize hareketlerle örgü ördüğü ya da küçük kızın ellerini açıp kuşları gökyüzüne bıraktığı sahnelerse, film bittikten sonra da belleğinizde asılı kalan güçlü görseller. Film, alışık olduğumuz doğrusal öykü akışından uzak duran şiirsel anlatımıyla, sinemanın kendine özgü gücünü bir kez daha hatırlatıyor.
Koca Adam
Dev cüsseli Jara, Montevideo süpermarketinde gece vardiyasında çalışan utangaç bir güvenlik görevlisi. Heavy metal dinliyor, bulmaca çözüyor, kitap okuyor ve kimselere fazla bulaşmıyor... Geçmek bilmeyen gece nöbetlerinin birinde, güvenlik kameralarından gözüne takılan temizlikçi Julia ilgisini çeker. Ama onunla tanışıp sohbet edemeyecek kadar çekingen olduğu için genç kadını takip eder sadece. Julia internet kafeye gittiğinde bir köşeye sinip onu izler, işyerinde patronu Julia’yı sıkıştırdığında yalandan bir anonsla onu gizlice kurtarır. Bir süre sonra, işyerindeki kimi değişiklikler, Jara’yı bu takıntısıyla yüzleşmeye zorlar… Uluslararası festivallerde büyük beğeni kazanan Uruguay filmi Whisky’nin yapımcılarının imzasını taşıyan film, Berlin Film Festivali’nde üç ödül kazandı. Koca Adam, az konuşan filmlerden; Jara’nın keskin mavi gözleri, kendisinin dile getiremediği kelimelerden çok daha fazlasını anlatıyor zaten. Bu ilk uzun metraj filminde Adrián Biniez’in başarısı da, bu derinlikli karakter portresini büyük bir sabırla ince ince çizmesinde ve Jara’nın etrafındaki gizem havasını filmin sonuna kadar özenle korumasında yatıyor. Koca Adam, oğlan kıza vurulur hikâyelerinden birini özgün ve esprili bir bakışla, ustaca anlatıyor.
Metropia
Distopya severlere! Metropia, çok da uzak olmayan bir geleceğin Avrupa’sında geçiyor; herkesin İngilizce konuştuğu, hem tanıdık hem de çok ürkütücü bir Avrupa’da... Petrol rezervleri tamamen tükenmek üzere, her tarafta gözetim kameraları var ve yerin altından geçen devasa bir ağ ile tüm şehirler tren hatlarıyla biribirine bağlanmış durumda. Roger, Stockholm banliyösünde oturan sıradan bir adam. Büyük şirketlerin egemenliğindeki dünyada birçok şey onu ürkütmekte; tüylerini ürperten yeraltını kullanmamak için bisikletiyle işe gelip gidiyor mesela. Kafasının içinde bir takım garip sesler duymaya başlayınca Roger’ın tedirginliği giderek paranoyaya dönüşür: Birileri onu kontrol etmeye mi çalışıyor? Öyleyse, neden? Karanlık bir atmosferin içinde kurulan bu heyecanlı film, daha önce görülmemiş bir animasyon tekniği kullanarak gerçek fotoğraflar kullanıyor ve gri-mavi tonlarının hakim olduğu kendine özgü bir dünya yaratıyor. Kayda değer seslendirme kadrosunda Vincent Gallo, Stellan Skarsgaard, Juliette Lewis ve Alexander Skarsgaard var.
O, Bir Çinli
“O”, ya da ismiyle anarsak Mei, Çin’in taşrasında yaşayan ve başka yerlerdeki bambaşka hayatları merak eden genç bir kadın. Duyduğu bu merak yazgısıyla birleşerek, onu küçük köyünden alıp yollara düşürür. Önce büyük şehre gider; orada aşık olur, sonra da aşkını kaybeder. Ardından Londra’ya; tatsız tutsuz yemeklerin ve tuhaf alışkanlıkların ülkesine doğru devam eder yolculuğu. Ama Mei’nin yolculuğu en nihayetinde kendi içine doğrudur; bir tür kendini bulma yolculuğudur. 12 bölümden oluşan bir yapı kuran film, en ağır anları bile bir tür hafiflik hissiyle sunuyor. Günümüzün kültürler arası yaşam ritminin içine, bilinmeze duyulan güçlü çekimi yerleştiriyor. Bu anlamda film, kimlik meselesini masaya yatırarak, küreselleşen dünyadaki yolculuklara ve yolların doğurduğu hasretlere odaklanarak sınır-aşırı bir öykü anlatıyor. Mei’in hikâyesinde, ister istemez, yönetmen Xiaolu Guo’nun benzer şekilde Çin’in taşrasında başlayıp İngiltere’ye uzanan kişisel yolculuğunun izlerini de hissediyoruz. PJ Harvey’in çalışma arkadaşı John Parish ve Çinli rock gruplarının müziklerinden oluşan şahane film müzikleriyle bu şiirsel film, dünya sinemasına yeni ve özgün bir ses vaat ediyor.
Tarımsal Ütopya
Geleneksel tarımın tehdit altında olduğu günümüzde, dünyanın neresinde olursa olsun bütün çiftçiler büyük bir geçim sıkıntısı içinde yaşıyorlar. Yeni kuşak Tayland yönetmenlerinden Raksasad da bu gerçekliği kendi köyü üzerinden anlatıyor. Yarı belgesel, yarı kurmaca tarzındaki filmi için Tayland’ın kuzeyindeki köyüne gidiyor ve oradaki çiftçilerin bu değişen dünyadaki yaşamlarına odaklanıyor... Kendi arazilerini kaybetmiş iki çiftçi, köydeki tarla sahiplerinden biriyle anlaşmak durumunda kalıyorlar; bir sezonluğuna pirinç ekmek
üzere kiralık işçi oluyorlar. Modern makineleri almaya toprak sahibinin de gücü yetmediği için tek aletleri elleri ve toprağı sürmek için kullandıkları eğitimsiz bir manda… Bir de yardımsever komşuları var; ama bu uzun saçlı, gözlüklü profesörün derdi bambaşka. Organik tarımı savunuyor, kendi tüketimini kendisi üretmeye çalışıyor ve ona göre tarım para kazanmakla değil, doğrudan beslenmekle ilgili bir şey. Tarımsal Ütopya, olağanüstü görselliği ve doğal oyunculukları ile yakalıyor izleyiciyi ve filmin sonunda da sinemanın en hüzünlü sahnelerinden biriyle baş başa bırakıyor. Dünyanın farklı yerlerindeki muhtelif köylerde her gün buna benzer sahnelerin yaşandığını
bilmek, bu hüznü iyice arttırıyor.
Hit Filmler
Precious: Acı Bir Hayat Hikayesi
Yıl 1987. Yer Harlem. Bu kadarı bile, ne tür bir dram izleyeceğimizin ipuçlarını veriyor. Ama ötesini tahmin etmek de, görünce inanmak da zor. Claireece ‘Precious’ Jones, babası tarafından tecavüze uğrayan, annesi tarafından sürekli sözel ve fiziksel şiddete maruz kalan, okuma yazması olmayan, 16 yaşında obez bir genç kız. Babasından ikinci defa hamile kalınca, okuduğu okuldan ayrılmak zorunda kalıyor. Ancak, müdürün aracılığıyla gönderildiği ‘alternatif’ okul, karanlık hayatının içinde, uzakta bir yerlerde de olsa bir ışık görmesine yardımcı oluyor. Gabourey Sidibe’ın göz dolduran bir gerçekçilikle oynadığı Precious’un yaşadığı kabusların önüne çektiği beyaz düşler, bizi, tecavüze uğrarken kendini bir müzik klibinde kurguladığı, aynaya baktığında sarışın ince bir kız gördüğü sürreal dünyalara götürüyor. Ama hiç zavallı biri değil Precious. Hayal gücü kuvvetli cengaver bir Harlem çocuğu. Precious’un ‘kıymeti’, belgeseli çağrıştıran toplumsal gerçekçilikle eğlenceyi ustaca harmanlamasından geliyor. Bol ödüllü Kesişen Yollar filminin yetenekli yapımcısı Lee Daniels, bu malzemeden, duygu sömürüsüne hiç bulaşmadan, çok derinlere nüfus edebilen, sert ama umutlu, salona nasıl bir beklentiyle girerseniz girin, şaşırtacak bir film yaratmış.
Aşk Dersi
Ergenliğin verdiği sonsuz güvenle dünyayı fethetmeye hazır 16 yaşındaki Jenny’yle 1960’larda, Londra’nın banliyölerinden birinde tanışırız. Henüz, iletişimin MySpace, Twitter ve cep telefonu mesajlarıyla tanımlanmadığı bir dönem. 1960’ların sonlarında tüm dünyayı saracak yepyeni bir özgürlük ve kişisel ifade anlayışınınsa henüz kuluçkada olduğu bir dönem... İlk büyük rolünde Jenny’yi canlandıran Carey
Mulligan’ın, başında bir kitabı dengede tutmaya çabaladığı sahneler, bir Audrey Hepburn filmiyle karşı karşıya olduğumuz izlenimini yaratıyor. Film ilerledikçe de, bunun basit bir benzerlik olmadığını, önümüzdeki yıllara damgasını vuracak bir yıldızla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Oxford Üniversitesi’ne gitmeye hazırlanan başarılı bir öğrenci, çello ustası olmaya aday bir müzik tutkunu ve yaşının ilerisinde bir bilgeliğe sahip Jenny, kendisinin iki katı yaşında, fırsat düşkünü, ama son derece çekici bir adam olan David’le
tanışır. Sıradışı rollerin oyuncusu Peter Sarsgaard’ın canlandırdığı David’in Jenny’ye oynadığı baştan çıkarma oyunu, bilindik masumiyetin kirletilmesi hikayelerinden çok farklıdır. Orta sınıf ailesinden ya da sivilceli yaşıtlarından öğrenemeyeceği bir dünyanın bilgisini yutmaya hazır bir genç kadının en başından kabullendiği alternatif bir eğitimdir ikilinin arasındaki bu oyun. Jenny’nin aşktan bahsederken, “sürekliliği olmayan bir şey için bu kadar büyük sözler söylenmesini” anlamsız bulması, David’le ilişkisinin bir tür eğitimden başka bir şey olmadığının bilincinde olduğunu gösteriyor. Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca filmiyle tanıdığımız Lone Scherfig’in yönettiği ve Nick Hornby’nin senaryosunu yazdığı film, İngiliz gazeteci Lynn Barber’ın anılarına dayanıyor. Aşk Dersi, iki yıl önce izlediğimiz Oscar’lı film Juno’ya benzer bir şekilde ergenlere saygı duyan ender filmlerden.
Çılgın Kalp
Eleştirmenlerce, ikonik sayılabilecek filmlerden Büyük Lebowski ile Güreşçi’nin buluşması olarak tanımlanan Çılgın Kalp’in şimdiden ödüllerle taçlandırılan başrolünde yetenekli oyuncu Jeff Bridges yer alıyor. Bir zamanların country müzik starı Bad Blake (Bridges) 57 yaşında alkolik bir şarkıcı/sözyazarıdır. Amerika’nın güneybatısında küçük kasaba barlarını turlayarak gitar eşliğinde şarkı söyleyerek geçinmektedir. Kötü bitmiş birden fazla evliliği ve bir çok kadınla ilişkisi olmuştur, ancak şimdi yalnızdır. Barlarda çalmadığı zaman ya yollarda, ya da ucuz motellerde gecesini geçirmektedir. Günlerden bir gün Jean Craddock (Maggie Gyllenhaal) girer hayatına. İyi bir haber peşindeki genç gazeteci boşanmıştır ve 4 yaşındaki oğlunu kendi başına büyütmektedir. Birlikte vakit geçirdikçe, Jean Bad’in zırhının arkasındaki insanı görmeye başlar; Bad içinse Jean ve oğlu hayatın dizginlerini yeniden ele alması için bir fırsattır. Bad tekrar hayatına şekil vermeye çalışırken, bir zamanlar hocalık ettiği popüler ve başarılı şarkıcı Tommy Sweet ile olan profesyonel ilişkisi de yeniden tazelenir.
Dondurulmuş Ruhlar
Yazar ve yönetmen Sophie Barthes absürd bir fikri alıp, özenle, tutkuyla ve muhteşem bir anlatımla dokuyarak eğlenceli bir öyküye dönüştürüyor. Paul Giamatti, yaşadığı varoluş krizi nedeniyle oyunculukta başarısız olmaya başlayan, Paul Giamatti isimli New Yorklu bir aktörü canlandırıyor. Çehov’un ‘Vanya Dayı’ rolüne bir türlü giremeyen Giamatti, New Yorker dergisinde okuduğu “ruh depolama” isimli tıbbi bir buluşu denemeye karar veriyor. Müşterilerinin acılarından kurtulmalarını hedefleyen bu yöntem, insanların ruhlarını (en azından ruhlarının büyük bir kısmını) vücutlarından çıkarıyor ve özgür kalan ruhlar bir süreliğine depolarda saklanıyor. David Strathairn’in canlandırdığı, kendi ruhu çoktan çıkarılmış izlenimi veren Doktor Flintstein, gerçekleştirdiği işlemi şu sözlerle savunuyor: “İnan bana, ruhundan kurtulduğun zaman her şey daha anlamlı gelmeye başlıyor.” Ruhu çıkarılan Giamatti kendine güvenli, enerjisi yüksek bir adama, ama bir yandan da berbat bir oyuncuya dönüşüyor. Nohuta benzeyen ruhunu geri almak istediğinde ise, bunun o kadar kolay olmadığını, ruh ticareti yapan Rus mafyasının işin içinde olduğunu öğreniyor. Sundance’ten Gotham’a, birçok bağımsız film festivalinde çeşitli ödüller kazanan Dondurulmuş Ruhlar, çok geniş bir esinlenme yelpazesine sahip; Woody Allen’dan ve Charlie Kaufman’dan Gogol’a ve Lewis Carroll’a uzanan bu esin kaynaklarıyla benzersiz bir ilk film.
Her Şeyimiz Meydanda
Her Şeyimiz Meydanda, “adını hiç duymadığımız en büyük internet öncüsü” Josh Harris’in yaşamına odaklanıyor. Harris bir yandan güçlü, bir yandan da yaralı bir karakter; kendisinden bahsederken, “beni televizyon yetiştirdi” diyor. 1990’ların sonunda, internet alanında yaşanan patlama döneminde kurduğu yeni medya şirketleri arasında ilk internet televizyonu olan Pseudo.com da var. Bu girişimlerinin ardından, medya ve teknolojinin insan kişiliği üzerindeki etkisini araştıran bir dizi tartışmalı deney gerçekleştirdi. Bunlardan en bilineni, daha sonra 2000’li yılların televizyon dünyasına damgasını vuracak olan, Biri Bizi Gözetliyor akımının habercisi, “Sessiz Olun: Her Şeyimiz Meydanda” adlı sanat projesi oldu. Proje için 100 kadar sanatçı New York’ta yerin altına inşa edilen çok katlı bir otelde 24 saat gözetim altında yaşadılar. Yatak odalarından tuvalete kadar, yaşamlarının her anı yüzlerce webcam tarafından kaydedildi. “Sessiz Olun” projesiyle Harris, geleceğin online dünyasında, tanınma arzusu uğruna mahremiyetimizden nasıl da kolay vazgeçebileceğimizi kanıtlamış oldu bir bakıma. Emniyetin bir baskın düzenleyerek bu projeye son vermesinin ardından Harris, bu sefer kendisi, kız arkadaşıyla birlikte 24 saat canlı yayın gözetiminde yaşamaya başladı ve bu süreç altı ay sürdü. Bu deney, Harris’in ruhsal çöküntüsüne neden oldu... Tanınan belgesel yönetmeni Ondi Timoner, Sundance’te Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan bu filmi için on yıl süreyle çektiği saatlerce görüntüyü harmanlamış. Filmde, facebook ve twitter gibi siteler üzerinden herkesin her şeyi meydanda yaşadığı günümüzde, bu eğilimin nelere mal olabileceği çarpıcı bir şekilde sorgulanıyor.
Hizmetçi
Üst sınıf Şilili bir ailenin yanında hizmetçi olarak çalışan Raquel’e evin annesinden rüya gibi bir teklif gelir: “Sana yardım edecek birini işe alabiliriz diye düşünüyorum.” Raquel ise duyduklarına inanmakta güçlük çekerek dehşete düşer. Yönetmen Sebastián Silva bu filminde, 21 yılını aynı ailenin yanında geçirmiş 41 yaşında bir hizmetçi olan Raquel’in çalkantılı iç dünyasına; onun hayal kırıklıklarına, mesafeli duruşuna ve sınıf çelişkilerinin içinde eriyen kimliğine odaklanıyor. Ona bir yardımcı almayı düşünmelerinin nedeni ise Raquel’in şiddetli baş ağrıları ve bayılmaları. Ama Raquel bu teklifi, yıllardır alıştığı yalnız hayatına dönük bir tehdit olarak görüp, tırnaklarını çıkarmaya karar veriyor. Catalina Saavedra’nın, içindeki fırtınalarla başa çıkmaya çalışan hizmetçi rolündeki inanılmaz oyunculuğu kendisine birçok ödül kazandırdı. Yönetmen Silva, filminde, sınıf farklılıklarının değişken yapısını ince bir şekilde perdeye yansıtıyor. Kimi zaman “yukarıdakiler”e sempati duymanızı sağlayan film, birden taraf değiştirerek “aşağıdakiler”in yanında yer alıveriyor. Hizmetçi, Jean Genet’nin temizlikçi kadınlarına ve Luis Buñuel’in sınıf tanımlarını parçalayan sinemasına bir saygı duruşuna dönüşüyor.
İyi Yürek
Tutunamayanlar ve Buzdan Hayaller filmleriyle tanınan İzlandalı yönetmen Dagur Kári dört yıl aradan sonra ilk İngilizce uzun metraj filmi İyi Yürek ile karşımızda. Paul Dano evsiz bir genç adam olan Lucas rolünde, Paul Dano ise huysuz ve ihtiyar bir bar sahibi. Jacques, evsiz Lucas’ı kanatlarının altına almıştır. İhtiyar adam beşinci kalp krizini de geçirince, artık günlerinin sayılı olduğunu düşünmeye başlayarak,
barı devralması için Lucas’ı yetiştirmeye karar verir. Ama bir gece barın kapısından giren April adlı sarhoş hostes, bu dostluğu sarsar... Film hakkında daha fazla bir şey söylemek haksızlık olur, ama şu kadarını söyleyelim: 2001’de !f’te de gösterilen L.I.E.’den beri ilk kez bir araya gelen Cox ve Dano olağanüstü performans sergiliyorlar; ikilinin arasındaki doğal, komik ve zekice diyaloglar başlı başına bir keyif. Cox aksi ihtiyar rolünde mükemmel; sürekli içiyor, küfrediyor, insanları aşağılayan bilgece inciler döktürüyor. Dano ise koca dünyada gezinen, kırılgan ve kendine odaklanmış bir masumu oynuyor. Dagur Kári, New York’un bu mahalle arası barında nefes alıp veren orijinal bir dünya kuruyor. Bu dünyanın içindeki tuhaf karakterlerin her biriyle tanışmak büyük bir zevk. İyi Yürek kendine has ritmiyle atan, sakin ama çok güçlü bir film.
Mary & Max
Mary & Max birbirine hiç benzemeyen, birbirinden çok uzak iki insan arasındaki mektup arkadaşlığının öyküsü. Bethany Whitmore’un seslendirdiği Mary Dinkle, Melbourne’un banliyölerinde yaşayan, 8 yaşında tombulca bir kız. Philip Seymour Hoffman tarafından seslendirilen Max Horovitz ise, Manhattan’daki dairesinde yalnız yaşayan şişman, orta yaşlı bir adam. Mary ile tanıştığımızda sene 1976. Alkolik bir annesi ve içine kapanık bir babası var; ikisi de Mary’nin yalnızlığını ve kendini değersiz hissetmesini engelleyemeyecek durumda. Mary bir gün postaneye gittiğinde bir New York telefon rehberi görür ve Amerikalılar hakkında merak ettiklerini sormak üzere karşısına çıkan ilk isme mektup yazmaya karar verir: “Amerikan bebekleri de bira fıçılarında mı doğuyorlar?”… İşte o gün, yirmi yıl sürecek bir arkadaşlık başlar. Bu harika kil animasyon, yarattığı kırılgan ve sevecen karakterlerle izleyiciyi ele geçiriyor. Mary’nin ‘kaka rengi’ doğum lekesini, Max’in korku dolu endişe krizlerini ve sigaralarını yere atan insanlara duyduğu öfkeyi hemen sevmemek elde değil. Mary & Max sevgi, dostluk, güven, alkolizm, psikiyatri, doldurulmuş hayvan postları, bebeklerin nereden geldiği, kleptomani, dini görüşler, agorafobi ve daha bir çok şey hakkında bir film. Dünyayı bir uçtan diğer uca kat ederken insan yalnızlığının coğrafyasını çıkaran, ince ince dokunmuş, görselliğiyle içimizi ısıtan bir yapıt.
Samson & Delilah
Samson ve Delilah’nın dünyasının sınırları, Avustralya’nın merkezindeki çölde konumlanmış küçük ve ıssız bir Aborijin köyünden ibaret. 16 yaşındaki Delilah anneannesinin bakımını üstlenmiş, onunla birlikte Aborijinlere özgü suluboya resimlerinden üretiyor. 15 yaşındaki Samson ise başıboş dolaşan bir tinerci… Başlarına beklenmedik bir felaket gelince ikisi de köyü terk etmek zorunda kalıyor ve böylece ikili için bir yaşam mücadelesi başlıyor. Bu dışlanmış, yalnız çocuklar acımasız gerçeklerle yüzleşirken, film melodram üslubundan özenle uzak duruyor; hem dokunaklı hem de son derece sert bir öyküyü güçlü bir ritm duy- gusuyla aktarıyor. Başroldeki iki genç ilk defa oyunculuk yapsalar da, Aborijin çocukları olarak bir ömür boyu yaşanmış tecrübeleri kameraya yansıyor ve bu da filmin doğallığını güçlendiriyor. Bu ilk uzun metraj filminde Warwick Thornton, gerçekçi bir his yakayabilmek için filmi çölün ortasında, yakıcı güneşin altında çok kısıtlı bir ekip ve ekipmanla çekmiş. Sonuçta ortaya çıkan bu bol ödüllü film, bir yandan ayakta kalmaya çalışan bir halka ithaf edilmiş görsel bir şiir, bir yandan da her şeye rağmen var olmak için direnen engin bir aşkın hikâyesi.
Uzaklara Gidelim
Çocuk sahibi olacaklarını öğrenince, onu büyütmek için en ideal yeri bulmaya karar veren dağınık ama sevimli çift Verona (Maya Rudolph) ve Burt (John Krasinski) eskimiş bir Volvo ile Amerika yolculuğuna çıkar. Anne-baba olma düşüncesi onları hayatları ve işleri konusunda bir sorgulamaya itmiştir. Burt sürekli evlenmeyi teklif etmekte, Verona ise aynı sıklıkta onu geri çevirmektedir. “Acaba bir baltaya sap olamayanlardan mıyız?” diye sorar, endişeyle. Onları Arizona, Orta Amerika, Kanada, Florida ve Güney Carolina’ya götüren seyahat, aynı zamanda bin türlü farklı Amerika’nın da ufak birer portresini sunar. Güneyde yaşayan, dediğim dedik geveze eski iş arkadaşları ve onun dünyanın sonuna hazırlanan tuhaf kocası; Wisconsin’deki nörotik ‘new age’ kuzen; Montreal’de hali vakti yerinde ve beş üvey çocuk annesi
olmasına rağmen intihar eğilimlerini üzerinden atamayan eski üniversite arkadaşı; ve en sonunda, karısı tarafından terk edilen Burt’ın kardeşi, bu yolculuğu anlamlandıracak karakterlerdir. Günümüzün en yetenekli yönetmenlerinden biri olan Sam Mendes’den bekleneceği üzere senaryosunu en iyi şekilde tamamlayan bir görsellik ve etkileyici soundtrack eşliğinde gelişen film hem Amerika’nın hali üzerine zekice gözlemlerle dolu, hem de yer yer çok komik. Film aynı zamanda bir aşk hikayesi ve tüm aklıda kalıcı ünlü ‘yol’ filmlerinde
olduğu gibi, karakterler ancak kilometrelerce mesafe ve geçmiş ile yapılan sürüyle muhasebeden sonra nihayet kendilerini bulabiliyorlar.
Vallahi Ben Yapmadım
Léon’la ilk karşılaşmamızda bir ağaçtan sarkan ayaklarını görüyoruz önce. Kendisini asmış... Ona sorarsanız, “ölümcül kaza”larından yalnızca biri bu. Onu kurtarmak için evden koşarak gelen ise, tek isteği normal bir aileye sahip olmak olan ağabeyi Jerome. Léon henüz 10 yaşında, bir sürü problemi ve gereğinden fazla üretken bir hayal gücü var. 68 yazında annesi yeni bir hayata başlamak için Yunanistan’a
kaçınca, Léon’un babası ve ağabeyi bu ihanete çok sinirlenirler. Oysa Léon annesinin, onu anlayan tek insanın, geri dönmeyeceğine bir türlü inanamaz. Ona, “Yalan söylemek kötüdür, ama beceriksizce yalan söylemek daha kötüdür.” diyen annesi. Annesi gittiğine göre, artık Léon’u durdurabilecek hiç bir şey yoktur; yalancılık, hırsızlık, her şey meşrudur. İlk iş olarak, sinir bozucu derecede ideal bir aile olan komşularının evini yerle bir eder… Bütün yaptıklarına rağmen Léon, büyümenin acısını dindirmeye çalışan bir çocuktur aslında. Ruhani çöküşünü kendi ağzından dinleyince, bu aşırı hassas çocuğu anlamak çok da zor değil aslında.
Yaman Tilki
Wes Anderson’ın filmleri, en ince ayrıntısına kadar tasarladığı, hem çok inandırıcı, hem de tam anlamıyla fantastik hikayeler, ve bu hikayelerle yarattığı alternatif evrenler üzerine kurulu. Bu yüzden de Roald Dahl’ın kitabını uyarlamadaki başarısı hiç şaşırtıcı değil. Film, kitabın özgün hikayesini ve ince mizah anlayışını Anderson’un bu kendine has dünya yaratma becerisiyle harika bir şekilde harmanlıyor. Bay ve Bayan Fox, oğulları Ash ve yeğenleri Kristofferson ile birlikte sakin bir ev hayatı sürdürmektedirler. Fakat bu münzevi hayat 12 yıl aradan sonra Bay Fox’u rahatsız etmeye başlar, içindeki hayvansal içgüdüleri ortaya çıkar ve Bay Fox, gizlice tavuk hırsızlığına geri döner. Bunu yaparken Bay Fox, hem çok sevdiği ailesini hem de bütün hayvanlar âlemini tehlikeye sokacaktır. Yerin altına hapsolan hayvanlar, Boggis, Bunce ve Bean isimli kötü çiftçilere savaş açarlar. Bu çiftçiler ise Bay Fox’un peşindedirler ve ne pahasına olursa olsun onu yakalamaya yeminlidirler. Yaman Tilki’nin efsanevi seslendirme kadrosu arasında Anderson filmlerinin vazgeçilmezleri olan Bill Murray, Jason Schwartzman ve Owen Wilson’ın yanı sıra, Michael Gambon ve Brian Cox gibi İngiliz oyuncular da yer alıyor. Anderson’un ana karakterleri için seçtiği sesler de, karizmatik Bay Fox için George Clooney; akıllı ve son derece komik Bayan Fox için ise Meryl Streep. Giderek daha gösterişli ve teknik olarak gelişkin 3D animasyonlar izlediğimiz günümüzde, Anderson’ın klasik stop-motion animasyon kullanmayı tercih etmesi; renklere, kıyafetlere ve hikayenin tüm detaylarına gösterdiği inanılmaz hassasiyet, izleyicinin sıcacık ve samimi bir evrende evinde hissetmesini sağlıyor.
Yeraltı Peygamberi
Malik Djabena altı yıl hapis cezasını tamamlamak üzere bir Fransız hapishanesine kapatıldığında ne okuması ne yazması vardır. Henüz 19 yaşındaki bu kimsesiz yeni mahkum, hapishanedeki diğer mahkumlara göre çok çelimsiz ve kırılgandır. Hapishaneye şöyle bir bakınca, bambaşka kökenlerden insanlarla dolu bu mekanın hangi ülkede olduğunu tahmin edebilmek çok zordur. Arapların ve Korsikalıların yoğun olduğu hapishaneyi yöneten Korsikalı çete lideri, Malik’i köşeye sıkıştırır ve ona bazı “görevler” verir. Malik, görevlerini yerine getirdikçe sertleşip güçlenir ve liderin güvenini de kazanmaya başlar. Fakat Malik cesur ve uyanık bir gençtir; hapishane hiyerarşisi içerisinde yavaş yavaş yükselirken kendine ait bazı planlar da geliştirir. Cannes Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü kazanan Yeraltı Peygamberi, tutkulu, derin ve çok etkileyici bir sinema başyapıtı. Baba serisi gibi, yeraltı dünyasının karanlık ve kasvetli labirentine dalıyor ve orada gördüğü hiçbir şeyi saklamıyor. Sight & Sound dergisi tarafından 2009’un en iyi filmi seçilen Yeraltı Peygamberi, sinemanın gücünü ispatlayan filmlerden.
İf Kült
Ben Küba
Zamanında, ne Küba ne de Sovyetler Birliği’nde sahiplenilen Ben Küba, o dönemde kapısından bile giremediği ABD’de yıllar sonra, aralarında Martin Scorsese ve Francis Ford Coppola gibi isimlerin de bulunduğu sinefillerin çabasıyla yeniden keşfedildi. Devrimi hazırlayan tarihsel ve toplumsal koşulları şiirsel bir anlatımla ortaya koyan film, dört ana episoddan oluşuyor. Sırasıyla, barlarda fahişeliğe zorlanan genç bir kadının; şeker kamışı tarlasının uluslararası bir Amerikan şirketine satıldığını öğrenen ihtiyar bir çiftçinin; emperyalizme karşı isyan bayrağı açan devrimci bir öğrencinin ve son olarak, başta silahlı mücadeleye karşı olsa da, devlet terörü karşısında gerilla harekete katılmayı seçen yoksul bir köylünün hikâyelerine tanık oluyoruz. Tüm bu episodlar, Küba’yı temsil eden, şairane dış sesle birbirine bağlanıyor. Yer yer Sovyet propaganda filmlerinin, özellikle de Eisenstein’ın etkisinin hissedildiği filmin en büyük özelliği, devrime giden yolda kahramanlaşan isimlere hiç yer vermeden, tamamen sıradan insanların hikâyelerine odaklanması. Film, içerik seçiminde sıradan olandan yana koyduğu bu tavrı, sinematografisini aşırılıklar üzerine kurmasıyla adeta dengelemiş. Ekranda gördüğümüz her şeye mitik bir boyut katan cesur lens kullanımı, farklı kamera açıları ve özellikle de sinema tarihinin en görkemli, en gösterişçi kamera hareketleriyle Ben Küba devrimci bir biçim oluşturmayı başarıyor. (Nadir Öperli, Altyazı dergisi)
Hızlı Silahşör Murugun
Her yıl çektiği yüzlerce filmle Doğu sinemasının tapınağı olma konumunu sürdüren Bollywood, giderek daha fazla sayıda uluslararası hit üretmeye başladı. Çekimlerinin tamamlanmasından çok kısa süre sonra peş peşe Londra, Los Angeles ve New York’ta gösterilen, hatta New York Modern Sanatlar Müzesi’nde özel bir galayla sunulan Hızlı Silahşör Murugun !f programındaki yerini de hızla aldı. Bu çılgın western
göndermesi, her Bollywood filminde olduğu gibi müzik, dans, koreografi, iki aşk arasında kalmış bir adam ve aksiyon sahneleriyle tıka basa dolu. 1994 yılında müzik kanalı Channel (V) için yaratılan kült karakter, sıra dışı süper kahraman kovboy “Hızlı Silahşör Murugun” o kadar popüler oldu ki, aradan geçen 16 yılın ardından kendi filmine bile sahip olmayı başardı. Sonuna kadar bir vejetaryen olan ve dünyanın sadece bu şekilde kurtulabileceğine inanan Murugun, filmin kötü karakteri olan et restoranı sahibi Rice Plate Reddy ile ölümcül bir çarpışma için karşı karşıya geliyor. Hızlı Silahşör, bir yandan düşmanını alt etmeye çalışırken diğer yandan eski aşkı Locket Lover ve ona gizliden gizliye aşık olan Mango Dolly arasında bir pinpon topuna dönüyor. Son yılların en tuhaf ve en eğlenceli komedi/aksiyon filmine hazır olun.
Açılım
Kürdî
Kürt Perî bundan 20 yıl önce, Saddam tarafından Kürtlere karşı gerçekleştirilen kimyasal saldırıdan hemen sonra Halepçe’ye gitmişti. 20 yıl önce, en iyi arkadaşını ve kalaşnikofunu orada gömdü ve batıya gitmeye karar verdi. Filmin başında, Glasgow’da, iki tatlı kızı ve karısıyla görüyoruz onu. Kızlarına geçmişini anlatıyor; kim olduğunu, topraklarını, geldiği dağları, dilini, ne için savaştığını. Perî, Saddam rejiminin
sona ermesinden sonra kendi hikayesini anlatmak ya da belki de anlamlandırabilmek için topraklarına geri dönmeye karar veriyor. Perî’nin yanıbaşında gezen kamera sayesinde, hem Perî’nin gözünden Peşmergelerin yakın tarihine, hem de silahı bırakmış bir Peşmerge’nin o tarihin içinde kendi yerini arayışına tanık oluyoruz. 5 yıllık bir çalışmanın ürünü olan Kürdî, bir adamın kendisini ve halkını arayışının filmi.
‘Yaralı bilir yarasını.’: Bir Kürt Kısalar Seçkisi
Dünyanın başka başka yerlerine dağılmış, evsiz bir etnik gruba ait insanların sinemasıyla tanışmak, bir ülkenin sinemasıyla tanışmaktan başka bir şey. Bir ülkenin sinemasını tanımaya başladığınızda bir yandan yönetmenleri teker teker tanırken, bir yandan da çoğu zaman arka planda o ülkenin resmi tarihini, görüşünü ve duruşunu da izleyebilirsiniz. Kürtlerin sinemasıyla tanıştığınızda arka planda, sürekli bir sızıntı halinde, hiç de resmi olmayan bir duyguyu da tanıyabiliyorsunuz: evsizliği, yalnızlığı ve özlemi bir araya getiren, başka dillerde adı bile konmamış bir duyguyu. İşte bu isimsiz duygu evrensel olana en güçlü davetiyeyi çıkarıyor.
Kış Ülkesi
Kürt asıllı Norveçli yönetmen Hisham Zaman ilk olarak 2005 yılında Bawke adlı kısa filmi ile dünya çapında adını duyurdu. Sınırlar arasında hareket halinde olan köşeye sıkışmış insanların hikayesini anlatmaktaki ustalığı ve hassasiyeti nedeniyle birçok ödüle layık görüldü. Bawke, yüzünü melodrama dönmeden izleyiciyi kalbinden yakalıyor, hiç öğüt vermeye kalkışmadan insanlığın durumuna dair evrensel bir gerçeği göz önüne seriyor ve empati duymamızı sağlıyor. Hisham Zaman, uzun metraj filmi Kış Ülkesi’nde ise, sınırlar arasında sıkışmış insanlık hallerini ince ince işlemeye devam ediyor. Renas, Norveç’in ücra ve karlarla kaplı bir köşesinde, halinden hiç şikayeti olmadan
yaşayıp giden bir Kürt mültecidir. Tek eksiği bir eştir. Irak’taki ailesi onun için Fermesk adında bir kız bulur ve Renas, damat olarak katılmadığı Irak’taki bir nikah töreniyle bu kızla evlendirilir. Renas hiç görüşmediği, tanışmadığı bu kıza fotoğrafları üzerinden aşık olur ve sürekli onun hayalini kurar. Fakat nihayet Fermesk Norveç’e geldiğinde, daha ilk anda bu garip evlilik çatırdar. Renas, sadece fotoğraflarıyla ilişki kurduğu kadının gerçek halini görünce yıkılır. Fermesk içinse, ne kocası ne de bu yeni ülke beklediği gibidir. Diğer yandan bu ilişkiye ta Irak’tan müdahil olan aileler de durumu iyice zorlaştırır. Renas bu durumla baş etmeye çalışırken, yeni bir ülkeye ayak uydurmakla başka bir erkeklik biçimine uyum sağlamak iç içe geçer. Sosyo-politik fonun kıyısında bir yerde şekillenen bu aşk hikayesi, son derece güçlü görselleri, yaratıcı hikayesi ve şahane bir mizah duygusuyla insanı hemen yakalıyor.
Dünyanın Çivisi
Aptallar Çağı
İnsanlar genetik olarak, sadece çok yakındaki tehditleri önemsemek üzere mi programlanmış; mağaranın önündeki vahşi hayvanlar ya da sınırın ötesindeki düşman… Peki, iklim değişikliği mesela? Dünyanın sonunu getirebilecek olsa bile, daha uzak bir tehlike olduğu için insanlar bunu önemsemiyor, öyle mi? Eldeki verilere bakıp, “Evet” diyor Aptallar Çağı, filmin adından da anlaşılabileceği gibi… İklim değişikliği üzerine yapılan az sayıdaki belgeselden biri olan Aptallar Çağı, her şeyin sona erdiği bir gelecekten, çağımızın aptallığının
kanıtlandığı bir zamandan, bugüne dönüp bakıyor. Pete Postlethwaite bilgisayar ekranı olarak kullandığı kameranın önüne oturmuş, dünyayı nasıl bitirdiğimizle ilgili görüntüler seçip, gelecektekileri aynı hatayı yapmamaları için uyarıyor. Bu görüntüler üzerinden Nijerya’ya gidiyoruz; topraklarında petrol bulununca giderek daha da fakirleşmiş olan ve doğası, balıkların bile pişirilmeden önce Omo’yla yıkanmasını gerektirecek kadar kirlenmiş Nijerya’ya. Sonra Ürdün’de yeni bir hayat kurmaya çalışan Iraklı mülteci çocuklara; New Orleans’da her şeyini kaybetmiş bir kasırga kurbanına; komşularının manzarası bozuluyor diye kendi topraklarına rüzgar enerjisi kurmayan İngiliz çifte; 80’lik bir Fransız dağcının, artık derin bir kanyona gömülmüş Alp buzullarına elleriyle dokunabildiği günlere dönüp gelecekten bakıyoruz. Yönetmen, Franny Armstrong, iklim değişikliğini, daha çok tüketime odaklanarak anlatıyor. Gelişmiş ülkeler, özellikle Amerika, daha az tükettiği takdirde dünya kaynaklarının ne kadar daha uzun dayanabileceği üzerine çarpıcı rakamlar veriyor. Belgesel, her şey için çok geç olmadan, insanlığa yapılan son bir çağrı niteliğinde.
Gıda Ltd.
Bugün, Amerikan gıda endüstrisi için yetiştirilen bir tavuğun yaşamı yalnızca altı hafta. Hareket etmelerinin imkansız olduğu daracık kafeslerde, hiç ışık görmeden yaşıyorlar. O kadar şişmanlatılmış durumdalar ki, kendi ağırlıklarını taşımaları, ayağa kalkmaları imkansız. Bugün, Amerikalı bir çiftçinin kendi mısırını üretmesi söz konusu değil, yalnızca Monsanto’nun genetiği değiştirilmiş ve patenti alınmış mısırını satın alıp yetiştirebilir. Yine bugün, Amerika’da tüketilen etin hepsi yalnızca dört büyük şirketten geliyor. Tavukların göğüsleri büyüdükçe ve domatesler dayanıklılık adına genetik olarak değiştirildikçe, her yıl 73.000 Amerikalı E. coli bakterisinin kurbanı oluyor. Diğer yandan obezite tavana vuruyor ve şeker hastalığı daha önce görülmemiş oranlara yükseliyor. Gıda Ltd. Amerikalıların marketlerden aldıkları yiyeceklerin aslında nereden geldiğini ve bunun gelecek nesillerin sağlığı için ne anlama geleceğini anlatıyor. Aynı zamanda, bir takım şirketlerle devlet kurumları arasındaki dostane ilişkiyi anlatıyor; tüketici sağlığına, tarıma, çiftçilere, hayvan haklarına ve çevreye düşman bir dostluğu. Türkiye’de GDO’lara karşı yürütülen kampanya döneminde bu filmi izlememiz özellikle önemli; bu anlamda Gıda Ltd. belgeseli bir tür harekete geçme çağrısı gibi. Ne yediğimize dair korkunç gerçekler başka bir dizi gerçekle iç içe geçiyor; endüstriye, sömürüye ve açgözlülüğe dair gerçeklerle… Gıda Ltd. uyandırıyor, şok ediyor ve mide bulandırıyor.
Hileli Gerçek
“Tıpatıp benzerinizle karşılaşırsanız onu öldürmeniz gerektiğini söylerler. Ya da onun sizi öldüreceğini. Tam olarak hatırlayamıyorum.” Hileli Gerçek’in başında ağır bir ses tonuyla işittiğimiz bu sözler Alfred Hitchcock’un kendisine mi, yoksa onun sesini taklit eden birisine mi ait, anlayamıyoruz. Pek de anlamamız gerekmiyor aslında. Bu biraz belgesel, biraz sahte belgesel (mockumentary) ve çokça avangard film, 1960’lar Amerika’sının hissiyatını Alfred Hitchcock, Richard Nixon ve bir dolu Folgers marka kahve reklamı üzerinden ele alıyor. Yazar-
yönetmen Johan Grimonprez ve filmin öyküsünün yazarı Tom McCarthy, bu dönemin delilik sınırında gezen ruhunu, Hitchcock’un gerçekle kurgu arasında ikiye bölünmüş, parçalı kişiliği üzerinden yansıtıyorlar. Mark Perry’nin inandırıcı Hitchcock taklidiyle yaratılan anlatıcı ses üzerinden, psikolojik gerilimin en büyük ustası kendi paranoyalarını izleyiciyle paylaşıyor. Diğer yandan, Hitchcock’un filmleri için hazırlanmış reklamlardan ve ‘Alfred Hitchcock Sunar’ isimli televizyon programından alınan gerçek arşiv görüntüleri de kurguya dahil oluyor. Bu arada Kuşlar filmi, Amerikalıların tepesinde uçuşan Komünistleri ve Soğuk Savaşı temsil eden bir metafora dönüşüyor. Filmdeki bir dolu Hitchcock versiyonundan hangisi bilemiyoruz ama birisi, “İkiniz fazlalıksınız” diyor ve sonrasında, Nixon ve Kruşçev’in 1959 yılındaki meşhur tartışmalarından sahneler izliyoruz. Diana Ross’un arşiv görüntülerinin, The Supremes performans kayıtlarının, uzaya giden köpek Laika’nın görüntülerinin iç içe geçtiği, türleri altüst eden bu sıra dışı filmde Amerikan paranoyası yepyeni bir biçimde çıkıyor karşımıza. Hileli Gerçek, ele aldığı dönemde olduğu gibi bugün de hala can alıcı olan sorular soruyor; gerçek hayatlarımızın içindeki kurmacayı kurcalıyor.
Kamerayla İzdivaç
Her sabah Türkiye’de milyonlarca insan ‘Esra Erol’la İzdivaç’ programını izlemek için ekranlarının karşısına koşuyor. Televizyon programında evlendirilmek üzere seçilmiş insanların her türlü hayalleri ve korkuları göz önüne serilirken, hem stüdyodaki hem de Türkiye’nin her yerinde televizyon başındaki izleyiciler de, onların hikayelerine kilitleniyorlar. Şovun sunucusu Esra Erol sahnede çok rahat görünüyor, oysa sahne arkasında programın iyi geçmesi için dua ediyor. Programın yönetmeni, canlı yayında tempo yavaşladığında Esra Erol’un kulağına tüyolar fısıldıyor. Onun da asıl rüyası belgesel yapmak aslında. İşaret verildiğinde izleyiciler ayağa kalkıp alkış tutuyorlar. Stüdyodaki izleyicilerin arasında sık sık gördüğümüz Sakine Hanım, programdan programa gezerek geçimini sağlıyor. Bir boksör boks eldivenleriyle geliyor programa, 75 yaşında bir amca kaldığı huzur evinde hayatının sonbaharını birlikte geçirebileceği kadını arıyor… Yönetmen Doğa Kılcıoğlu bütün bunları aktarırken, bazı şeyleri görmenin ve anlamanın tek yolunun samimiyet olduğunu hatırlatıyor bize.
Ordu’da Bir Argonot
Konu Karadeniz ve doğa sevgisi olunca akla hemen gelecek “birkaç iyi adam”dan biri Argonot Enis… İstanbul- Ordu arasındaki 1000 kilometrelik yaya yürüyüşü ya da Vosvos şenliği gibi, gerçekleştirdiği çeşitli bireysel ve toplu etkinliklerle tanınan; kimilerinin 68’li Fruko diye andığı; adı artık efsaneleşmiş olan Enis Ayar’ı bu filmle birlikte, yaşadığı ve güzelleştirmek için mücadele ettiği Ordu’da tanıma fırsatını elde ediyoruz. Orduluların ağzından Enis Ayar’ı tanırken, ömrünü çevresindeki güzellikleri arttırmaya ve paylaşmaya adamış bir insanın bütün zorluklara rağmen neler yapılabileceğini görüyoruz ve de her şeye rağmen bu çabaların sonuç alabileceğinin güzel bir örneğine tanık oluyoruz. Çevresindeki doğa ve kültür değerlerini koruma güdüsü ve tükenmek bilmeyen enerjisiyle projeden projeye koşan, yaşadığı şehrin yaşamını etkilemiş bu 60’lık delikanlı bize her şehre bir Enis Ayar gerek dedirtiyor.
Polis, s.
Cannes’da Altın Kamera kazanan filmi Bükreşin Doğusu ve ardından yeni filmi Polis, s. ile Corneliu Porumboiu, Avrupa’nın en heyecan verici genç yönetmenlerinden biri haline geldi. Polis, s. görünürde çok basit bir hikaye anlatıyor gibi: Christi, Romanya’nın küçük bir kasabasında çalışan genç bir sivil polistir ve arkadaşlarına esrar verdiğinden şüphe edilen bir genci gözetlemekle görevlendirilir. Amirinin beklentisi, gencin irtibat halinde olduğu asıl satıcının yakalanıp içeri atılmasıdır, ama bu becerilemezse, o zaman çocuğun içeri atılmasını ister. Christi ise, gayet sıradan bir adam olmakla beraber akıllıdır; son derece gereksiz ve sinir bozucu bulduğu bu göreve bir şekilde direnmeye karar verir. Çünkü ona göre, çocuğun içeri atılmasının kimseye bir faydası olmayacaktır; çocuğun hayatının mahvedilmesi bir yana, AB üyesi komşu ülkelerde küçük ölçekte uyuşturucu taşımak artık suç olmaktan çıkmıştır ve Christi, aynı kanunun yakında Romanya’da da geçerli olacağını düşünmektedir. Ancak Christi’nin bağımsızlığını ilan ettiği bu ufak anın çok büyük sonuçları olacaktır. Küçük gibi görünen bu sorgulama ile başlayan film, toplumun temellerine ve hukuk kavramına dönük güçlü sorularla devam eder. Mesela, kanunun meşruiyetinin nereden geldiği sorusu. Polis, s. izleyiciyi hem zihninden hem de kalbinden yakalayan güçlü bir sinemayla sizi de bu sorgulama sürecine dahil ediyor.
!f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali Programının devamını görmek için İf İstanbul 2010 programı - 2 makalemize tıklayınız...
Etiket:
if istanbul afm 9. uluslararası bağımsız filmler festivali,
film festivali,
sinema,
şubat ayı filmler,
şubatta sinema,
afm sineması,
film gösterimi,
devamı...
if istanbul, if istanbul 2010, if istanbul biletleri, if istanbul filmlerinden fotoğraflar, is istanbul filmlerinden kareler, f istanbul gösterimleri, if istanbul programı, ödüllü filmler, sinema festivali