ÜÇ İMPARATORLUĞUN BAŞKENTİ: İSTANBUL
Bir başka gün Bizans'ın izlerini ararım bu görkemli şehirde, Ayasofya beni büyüler, Jüstinyen'le kolonların arasında karşılaşır, "Evet, Hazreti Süleyman'ın mabedinden daha büyüğünü yapmışsınız" derim. Kutsal Bilgelik anlamını taşıyan bu kiliseden ayrıldıktan sonra aynı dönemin diğer şaheseri Yerebatan Sarayı'na girerim, o muhteşem akustikte tarihin seslerini dinlerken, şehrin etrafındaki onca sarnıç gelir aklıma, sonra Zeyrek Camii'ne uzanırım, bir Bizans müzesi için biçilmiş bir kaftan olan bu binada eskinin mimarlarına saygılarımı sunarım. Kariye'deki mozaikler soluksuz bırakır beni.
Haliç, Fener, Balat bir diğer günümü doldurur. Teleferikle çıktığım Piyer Loti'de kahvemi yudumlarken Altın Boynuz diye adlandırılan Haliç'i seyrederim, Hasköy'de Rahmi Koç Müzesi'ne gider, sanayinin adımlarını gözlemlerim. Pera Palas'ta Agatha Christie'yle Orient Ekspres'i konuşur, Pera Müzesi'nde Osman Hamdi Bey'e selam verir, Markiz Pastanesi’nde Levanten bir kadınla eski, güzel günleri yad ederim.
Gün çok ya, bir diğerinde Eminönü'nden vapura biner, köprülerin altından geçerek Kavaklar'a uzanırım. Dünyanın en güzel su yollarından biri olan Boğaz'da belki bir gökkuşağı sürpriz yapar ve günümü renklendirir. Ben olsam, aslında İstanbul'da yaşamam, İstanbul'u yaşarım...